16 Nisan 2013 Salı


KADINLARIN MEZAR ZİYARETLERİ CAİZ MİDİR ?

 

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

"Allah 'ım! Benim kabrimin tapılan bir put haline gelmesine müsaade etme. Allah (c.c) ’ın gazabı rasullerinin kabrini mescid edinenlere şiddetli olur."

(Malik, Ahmed)

 

İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir:

"Rasulullah (s.a.s) kabir ziyaret eden kadınlara, kabirleri mescid yapanlara, ibadet edilen yer haline getirenlere, orada mum yakanlara lanet etti."

(Ebu Davud, Nesei, Tirmizi, İbn-i Mace, Tirmizi bu hadis için hasen dedi)

 

Bu hadis, kabirleri mescid edinmenin, oraları ibadet edilen yer haline getirmenin, oralarda mum yakmanın büyük günah olduğunu gösterir. Çünkü Rasulullah (s.a.s) böyle yapanlara lanet etmiştir. Lanet ancak büyük günah işleyenler içindir.

 

Ayrıca hadis, kadınların mezar ziyareti yapmalarını yasaklıyor.

 

Kadınların kabir ziyareti yapmalarının cevazı

Şöyle ki;

 

Delilleri ise Ummü Atiyye (r.a)'nin hadisidir.

Ummü Atiyye (r.a) şöyle söylemiştir:

 

"Biz, cenaze ile yürümekten nehyedildik. Fakat bundan şiddetli bir şekilde sakındırılmadık." (Buhari, Muslim)

 

Rasulullah (s.a.s) mezarın yanında ağlayan bir kadın gördü ve ona şöyle dedi:

"Allah ’tan kork ve sabret."

Bunun üzerine kadın Rasulullah (sa.s)'e:"Çekil başımdan, senin başına benim başıma gelen musibet gibi bir musibet gelmemiştir."Rasulullah (sa.s) onun bu halini görünce ondan uzaklaştı. Müslümanlar, o kadına kendisiyle konuşan kişinin Allah'ın rasülü olduğunu haber verdiler. Kadın bunu öğrenince Rasulullah (sa.s)'in yanına geldi ve ona:"Seni tanımadım" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s) ona şöyle dedi:"Sabır ancak musibetin ilk geldiği andadır." (Buhari, Muslim)

 

Rasulullah (s.a.s)kadını mezarın yanında gördüğü halde, ona mezar ziyareti yapmasını yasaklamadı. Sadece ona Allah (c.c) ’tan korkmasını ve sabretmesini emretti. Bu ise; kadınların, mezarları ziyaret etmelerinin yasak değil, caiz olduğunu göstermektedir.

 

Ayrıca Müslim'de geçen ve Aişe (r.a)'nin rivayet ettiği hadis;Bu hadiste şöyle geçmektedir:Cibril aleyhisselam geceleyin rasule gelerek dışarıya çıkmasını emretti. Rasululullah (s.a.s) Aişe'ye haber vermeden gizlice onun yanından ayrıldı ve Baki' mezarlığını ziyaret etti. Onlara mağfiret diledi ve onlar için Allah (c.c) ’a dua etti, sonra da eve döndü. Aişe'ye nereye gittiğini haber verdi.Aişe (r.a) Rasulullah'a:"Ey Allah (c.c) ’ın rasulu! Mezarları ziyaret ettiğim zaman ne diyeyim?" diye sordu.

Rasulullah (s.a.s)ona şöyle dedi:"Mezarları ziyaret ettiğin zaman şöyle de: "Bu diyarın sahibi olan mü'min ve müslümanlar! Size selam olsun....."

 

Bu hadise göre Rasulullah (sa.s), Aişe (r.a) mezarı ziyaret ettiği zaman ona ne demesi gerektiğini öğretti. Bu gösteriyor ki kadınların mezarları ziyaret etmesi caizdir.

 

Kadınların, erkekler gibi ölümü hatırlamak için mezarları ziyaret etmeleri sünnettir.

 

Çünkü Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:"Daha önce kabiri ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Şimdi ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o, size ahireti hatırlatır."(Ahmed, Muslim)

 

Bu izin genel olan bir izindir. Hem erkekler hem kadınlar içindir.

 

Ayrıca Aişe (r.a) kardeşinin mezarını ziyaret edince Abdullah b. Ebi Müleyke ona:"Rasulullah kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamadı mı?" diye sordu. Aişe (r.a) ona şöyle cevap verdi:"Evet yasakladı fakat sonra ziyaret etmeyi emretti." (Taberani, Tirmizi rivayet etti, Heysemi; bu hadisin senedi sahihtir, dedi)

 

Bu gösteriyor ki; kabirleri ziyaret etmeyi yasaklayan hadis mensuhtur.

 

Ebu Hureyre'den Rasulullah (sa.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:"Evlerinizi kabir yapmayınız. Benim kabrimi de merasim yeri haline getirmeyiniz. Siz, bana salat ve selam gönderiniz. Nerede olursanız olunuz sizin salatınız bana erişir."

(Ahmed, Ebu Davud, Nevevi bu hadis için senedi sahih dedi)

 

Hadisteki; "evlerinizi kabir yapmayınız." sözü; evinizde namaz kılmayı terk ederek, evlerinizi kabirler gibi yapmayın, manasındadır.

 

Bu hadis müslümanların evlerinde de namaz kılmaları ve evlerini hiç namazsız bırakmamaları gerektiğini gösterir.

 

Hadisteki " عِيداً " kelimesi; "merasim yeri" manasındadır.

 

Arapçada " عيد " "bayram" kelimesi; adet üzere devamlı yapılan şey ya da devamlı oraya gidilen yeri ifade eder.

 

Örneğin; bir insan her sene belli bir günde yemek yapıp fakirleri çağırır ve bunu adet üzere her sene devamlı yaparsa bu adete onun için " عيد " "bayram" denir.

 

Rasulullah (s.a.s)bu hadiste şöyle demek istiyor:"Belli günleri adet edinip o günlerde mezarıma gelmeyin."

 

Bu hadise göre; Rasulullah'ın mezarı sadece belli bir sebebe binaen ziyaret edilir. Bu sebep ise şudur:

 

Ya Medine-i Münevvere ziyaret edildiği için sırf kendisine selam vermek maksadıyla Rasulullah'ın mezarını ziyaret etmek veya ahireti hatırlamak için herhangi bir mezarın ziyaret edildiği gibi Rasulullah'ın mezarını ziyaret etmek.

 

Hadiste geçen; "bana salat gönderiniz" sözü; "Allah (c.c) umme salli ala Muhammed, deyin" manasındadır.

 

Bazı alimlerin dediği gibi, Allah (c.c) ’ın, rasulü Muhammed'e salavat getirmesini Allah (c.c) ’ın, Rasulullah'a rahmet etmesi manasında anlamamak gerekir. Zira Allah (c.c) ’ın bir kimseye salat etmesi, onu melekler arasında övmesi anlamına gelir. Bu açıklama Ebu'l Aliye'ye aittir ve onun bu açıklamasını destekleyen alimler vardır.

 

Allah (c.c) ’ın, Rasulullah'a salavat getirmesinin rasulüne rahmet etmesi demek olmadığını Allah (c.c) 'ın şu ayeti ispat etmektedir:

 

"Onlar üzerine rableri tarafından salat ve rahmet vardır." (Bakara 157)

Bu ayette rahmet salavata atfedilmiştir.

 

Aslolan şudur ki; eğer bir şey başka bir şeye atfedilmişse bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Ayrıca rahmet herkes için olabilir. Onun için alimler; "Allah (c.c)  filana rahmet etsin" denmesinin caiz olduğunda icma etmiştir.

 

Hadisteki:

"Nerede olursanız olunuz sizin salatınız bana erişir" sözü; bana salavat ve selam getirin, nerede olursanız olun bana salatınız ve selamınız ulaşır, manasındadır.

 

Bu salavat Rasulullah'a nasıl erişiyor diye sorulursa cevap şudur:

"Melekler vasıtasıyla ulaşır."

 

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Allah (c.c) ’ın öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar ve nebisine, ümmetinin ona getirdiği salat ve selamı ulaştırırlar." (Nesei ve İbni'l Kayyım bu hadis için senedi sahih dedi)

 

Ali b. Hüseyin (r.a)bir adamın Rasulullah'ın mezarının yanında bulunan bir çukurun içine girip dua ettiğini görünce onu bu amelden menetti ve şöyle dedi:"Sana babamdan o da babasından onun da Rasulullah'tan haber verdiği bir hadisi bildireyim mi?Rasulullah (s.a.s)şöyle buyurdu:"Benim kabrimi merasim yeri haline getirmeyin, evinizi de mezar yeri haline çevirmeyin. Bana salavat getirin, nerede olursanız olunuz sizin salat ve selamınız bana erişir." (Buhari-Et Tarihi'l Kebir, Ebu Ya'la-Mecmaiz-Zevaid, Ziya-El-Muhtar) (Heysemi "bu hadisin senedi sahihtir" dedi).

 

HADİS'TEN ALINACAK DERSLER :

 

1 - Kabirler üzerine bina yapmak ve yanlarında namaz kılmak, onlar için mum yakmak büyük haramdır.

 

2 - Belli bir mezar tayin etmeksizin ve özellikle de bir mezarı ziyaret için yola çıkmamak şartıyla, ölümü düşünmek ve ibret almak gayesiyle erkeklerin kabir ziyareti yapmaları sünnettir. Fakat kadınların kabir ziyareti yapmalarının cevazı konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir.

 

3 - Özellikle Rasulullah (sa.s)'in mezarını ziyaret etmek için yolculuk yapmak alimlerin çoğu tarafından caiz görülmemiştir. Fakat Mescid-i Nebevi'ye namaz kılmak için gidip oradan da kendisine selam vermek gayesiyle Rasulullah (sa.s)'in mezarını ziyaret etmeyi -orada beklememek şartıyla- bazı alimler caiz görmüşler, bazıları böyle yapılsa da cevaz vermemişlerdir.

 

4 - Mezarlara karşı durarak Allah (c.c) ’a dua etmek -ki Rasulullah (sa.s)'in mezarı dahi olsa- kesinlikle haramdır.

 

5 - Rasulullah (sa.s)'e selam iletmek ve salavat getirmek için onun kabrinin yanına kadar gidilmesi şart değildir. Zira nerede olunursa olunsun, ona yapılan selam ve salavat Allah (c.c)  tarafından Rasulullah (sa.s)'e duyurulur.

 

EBU DAVED

15 Nisan 2013 Pazartesi

SEKALEYN VE GADİRU HUM OLAYI NEDİR



İnsanlar ve Cinler, İns ve Cin Alemi.Mal, ağırlık ve kıymetli şey anlamlarına gelen "sekal" kelimesinin ikili olan "sekaleyn", insanlar ve cinler için kullanılan bir terimdir. Allah Teâlâ; Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız" (er-Rahmân, 55/31) ayetinde insanlar ve cinlere "es-Sekalân" diye hitap etmektedir. Bu iki topluluğa peygamber olarak gönderildiği için de Hz. Muhammed'e (s.a.s), "Rasûlu's-Sekaleyn" denilmiştir. Bu kelime ile maruf bir de hadis vardır: Sekaleyn Hadisi. Ashabı Kiramdan Zeyd b. Erkam (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 36-37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367, 371; Dârimî, Fedâilul-Kur'ân, I) ve Ebu Saîd el-Hudrî'den (Müsned, III, 14, 17, 26, 59) rivayet edildiğine göre Veda Haccı dönüşünde Hz. Peygamber, Humm suyu(Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adı (Mu'cemü'l-Buldân, VI, 268). Burası, Cuhfe'den 2-3 mil mesafede bataklık bir yer olup, bataklığı kesif bir ağaçlık kuşatmaktadır.) kenarında irad ettiği bir hutbede hamdu senadan sonra; "Ey İnsanlar! Ben bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de bu davete icabetim yakındır. Ben, size iki değerli şey bırakıyorum: Birincisi, Allah'ın kitabıdır ki, O'nda hidayet ve ışık vardır. Allah'ın Kitabında olanları alın, O'na sarılın" dedi ve insanları Kur'an'a teşvik ettikten sonra; "İkincisi; Ehli beytimdir ki, onlar hakkında size Allah'ı hatırlatırım" dedi ve son cümleyi üç defa tekrarladı. Yukarıda zikredilen güvenilir kaynaklarda bu hadis, birbirine yakın ifadelerle nakledilmektedir. Hadisden de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber müslümanların, kendisinden sonra Kur'an'a sımsıkı sarılmalarını ve Ehli beyti'ne (akrabalarına) saygılı davranmalarını tavsiye etmektedir.

 Fakat Şia, Hz. Peygamber'in burada, Hz. Ali'nin elini tutarak;"Bu, benim vasîm, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. O'nun emirlerini dinleyin, O'na itaat edin" dediğini, buna rağmen daha sonra Sahabenin bunu gizlemekte ittifak ettiklerini ve münafık olduklarını iddia eder. Şiî kaynaklara göre, Hz. Peygamber'den sonra hilâfete Hz. Ali'nin daha fazla hak sahibi olduğu Gadîru Hum'da belirlenmiştir. Şia bilginlerinden herhangi birisine ait bir kitabın Gadîr konusuna baktığımızda şu bilgileri bulmamız mümkündür:

Hz. Muhammed (s.a.s.) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden .önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur. Bunun sebebi orada nâzil olan şu ayeti tebliğ etmekti: "Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez" (el-Mâide, 5/67). Şiî müelliflere göre bu ayet Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.anhâ)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir (Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl,115;; Kûleynî, el-Kâfî, II, 72).

Hz. Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir:

"Cebrâil (a.s.) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, Allah onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz; Allah mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,115).

 Şia'nın Rasûlullah (s.a.s)'e isnad ettikleri bu sözlerin aslı yoktur; bu, onların bir uydurmasıdır. Bu iddianın uydurma olduğunun delilleri şunlardır:

1) Büyük bir Sahabî topluluğu önünde yapıldığı iddia edilen bu vasiyyetin, sadece bir kişi tarafından rivayet edilip diğerlerince nakledilmemesi mümkün değildir. Çünkü, Hz. Peygamber'den duyduğu her sözü aynen nakletmeyi ibadet sayan ve bunun için en büyük titizlikleri gösteren Sahabeden hiç birinin, Hz. Ebu Bekir ve daha sonraları Hz. Ömer ve Hz. Osman halife seçilip bey'at edilirken itiraz etmemeleri ve bu hadisi rivayet etmemeleri aklın alacağı bir şey değildir. Hatta, halife tayin edildiği iddia edilen Hz. Ali de böyle bir şey söylememiş ve kendisinden önce seçilen üç halifeye de bey'at etmiştir. Beni Sakife gölgeliğinde halife seçimi yapılırken kendisine danışılmadığı için gücendiğinden ve bir de, Rasûlullah (s.a.s)'ın mirası meselesinde hanımı küstürüldüğü için, Hz. Ebu Bekr'e hemen değil de, hanımı Hz. Fatıma vefat ettikten sonra, yani halife seçiminden altı ay sonra, bizzat kendisi Hz. Ebu Bekr'in huzuruna gelerek serzenişte bulunmuş fakat ona bey'at etmiştir. Diğer taraftan Hz. Ali her üç halife ile de uyumlu bir şekilde çalışmış ve bazı devlet işlerini yürütmüştür.

2) Böyle bir iddia, Şiîlerin kendi görüşlerini desteklemek için uydurdukları pek çok hadis ihtiva eden kitapları dışında, güvenilir hiç bir kaynakta ve senedli bir şekilde geçmemektedir. Yalnız böyle bir durum dahi, o sözün uydurma oluşu için yeterli bir sebeptir (M.Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, 179-186).

3) İslâmda saltanat ve hanedanlık yoktur. Şianın iddia ettiği gibi Hz. Peygamber hilafeti, Hz. Ali ve evladına tahsis etseydi, bu bir saltanat olurdu. Halbuki hilafette asl olan, istişare ile en layık olanın seçilmesidir. Kur'an da bu konularda şûrâ'yı emretmektedir (eş-Şûrâ, 42/38; Âlû imrân, 3/159).

4) Hz. Alinin ilk üç halifeye isyan etme, Muaviye'ye karşı savaşması da hilafetin, vasiyyetle değil şûrâ ve bey'atla olduğunu gösterir. Şayet Hz. Ali Gadîri-hum'da halife tayin edilmiş olsaydı, halife seçildiği gün Hz. Ebu Bekr'e, bunu başaramazsa daha sonra halife seçilenlere karşı savaşması gerekirdi. Halbuki, vasî olmadığı için böyle bir huruc yapmamıştır. Ne zaman ki müslümanlar kendisini seçip bey'at etmişler, işte o zaman Hz. Ali buna karşı çıkanlarla savaşmıştır.

5) Şianın ileri sürdüğü bu iddia Hz. Ali tarafından da kabul görmemiştir. Yaralandığı zaman Hz. Ömer'in seçtiği 6 kişilik şûrâ'nın vardığı karar Abdurrahman b. Avf tarafından önce Hz. Ali'ye, daha sonra Hz. Osman'a sunulduğunda Hz. Ali bunun kendi hakkı müktesebi olduğunu söylememiş, hatta bu konuda biraz da müstağnî davranmış ve daha istekli görülen Hz. Osman halife seçilince de ona bey'at etmiştir.

6) Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi hilafete vasiyyet edecek olsaydı bunu, yolculuk esnasında verilen bir molada değil de, bütün müslümanların toplandığı ve en son, önemli mesajlarını verdiği Veda Hutbesinde veya dönüldüğü zaman Medine'de Mescid-i Nebevî'de yapması daha uygun olurdu.

7) İslâm Tarihinde müslümanlara en büyük yarayı açan bu fitne, tarihin derinliklerinde kalması gerekirken, bugün hala bu yarayı kaşıyıp kanatmanın İslâma ve müslümanlara hiç bir faydası yoktur. Aksi doğru kabul edilse dahi, tamiri mümkün olmayan bu meselenin hükmünü Allah'a bırakarak müslümanların, birlik ve beraberliklerini daha güçlendirecek olumlu şeylere yönelmeleri daha doğru olur.

Hadis usûlü kaidelerine, tarihi gerçeklere, Kur'an ve Sünnete, selim akla göre, Hz. Ali'nin vasî tayin edilmesi meselesi uydurma bir hadistir (Aliyyul-Kâri, Mevzuat, 109; İ. Teymiye, Minhâcu's-Sünne, IV, 118). Ancak Hz. Peygamber, Gadiri hum'da yaptığı hitabede ashabına, ehli beytine iyi davranmalarını ve Kur'an'a sımsıkı sarılmalarını tavsiye etmiştir. Sekaleyn Hadisi bundan ibarettir.

Gadiru Hum olayı da denilen bu  olay İslamın ikinci halifesi Umer b.Hattab (r.a)’ın kadim İran Mecusiliğini yıkmasını çağlar boyunca hazmedemeyen pers kalıntısı İranlıların uydurduğu ve günümüzde bile fitnesi bitmeyen bir problem olarak Müslümanların başına bela olmaya devam etmektedir.Nisan 2013…

 

EBU DAVED

 

9 Nisan 2013 Salı

EHL-İ SÜNNET VE ŞİA ARASINDAKİ ANA FARKLAR



 Peygamberimiz'in (sav) bir ömür süren davet ve gayretlerinin Ehl-i sünnetler ile Şî'a arasında tecellî eden iki zıt sonucu ve şekli., dâvetini bütün insanlığa yönelten ilâhî bir dinin dört özelliği ve şartını tesbitle işe başlamak istiyoruz.

1. Ümmetin sonradan gelecek olan nesillerine örnek olacak onlara dini dosdoğru öğretecek bir nesil (örnek nesil) yetiştirmek.

2. Böyle bir dinin Peygamberinin (sav), filozof, imparator, devlet kurucusu gibi şahıslardan farklı olması; aile, hayatı, ahlâkı ve refah seviyesi bakımından farklı ve örnek vasıflar taşıması.

3. Böyle bir dinin kitabının Allah tarafından korunması, bozulmaması, değişmemesi ve mükellefler tarafından anlaşılması için gereken hassasiyetin gösterilmesi.

4. Günahtan ve yanılmadan berî (uzak) olmak, gerektiğinde dinî hüküm koymak ve insanları irşad etmek vasıflarının dinin Peygamberine ait bulunması ve bu konularda Ona, başkasının ortak olmaması. Bu özellik ve şartları alimler ve tarihçiler tarafından deliller ve tarihî örneklerle açıklanıp isbat edilmiştir. Bu maddeleri Ehl-i sünnet ve Şîî anlayışlarına göre değerlendirelim ve hangi anlayışa (mezhebe) göre İslâm'da bu şartların gerçekleştiğini araştıralım:

  1. Ehl-i sünnete göre hz. peygamber (sav) ashâbını örnek bir nesil olarak yetiştirmiştir;Sahâbe İslâm ümmetinin en faziletli kesimini teşkil etmektedir, Allah nezdinde onlardan daha üstün iman, ihlas ve fedâkârlık derecesinde bir nesil yoktur. Şîîlere göre birkaç sahâbî dışında (bunlar:Eba Zwe,Mikdat b.Esved,Selman-ı Farisi’dir) bütün ashâb Münafık,hâin, zâlim, menfâat ve saltanat düşkünüdür, sahâbe örnek bir nesil değildir.

  2. Ehl-i Sünnete göre Hz. Peygamber (sav) âilesine ve çocuklarına, ashâbın refah seviyesinin altında bir hayat yaşatmış, onlara malını miras bırakmamış, zekâttan pay almalarını yasaklamış ve yakınlarından hiçbir kimseyi kendisinden sonra devlet başkanlığına (imamlık ve halifeliğe) aday göstermemiş, böylece soya dayalı saltanatı engellemiştir... Şîîlere göre Hz. Peygamber (sav) yerine geçecek şahsı, yakınları içinden seçerek (damadı ve amca oğlu Hz. Ali'yi) belirlemiş, ondan sonra da devlet ve toplumun başına daima kendi ailesinden gelecek şahısların geçmesini istemiştir.

3. Ehl-i sünnete göre Kur'ân-ı Kerîm Allah tarafından vâdolunduğu gibi korunmuştur, Allah'tan Peygamber'e (sav) nasıl gelmiş ise bugüne kadar da aynı şekilde kalmış, okunmuş ve ezberlenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in zahir manasını ve mefhumunu(sünnette ona yüklenen mana),tefsirini anlamak hiçbir kimsenin tekelinde değildir, gerekli öğrenimi yapan ve kabiliyeti olan her kişi Kur'ân'ı,zahiri ve mefhumu ile anlar, Vve anlamak imkânına sahiptir. Şîîlere göre Kur'ân-ı Kerîm olduğu gibi muhâfaza edilmemiştir, bazı âyetler (velayet suresi,Fatıma levhası),sahâbe tarafından çıkarılmış ve unuttuturulmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in iç mânâsını (bâtınî mânâyı) yalnızca masum imamlar anlayabilir. Diyerek üstün dini bir sınıf teşekkül ettirmişlerdir.

4. Ehl-i sünnete göre Hz. Peygamber (sav) masumdur, günah ve hatadan korunmuştur. O'nun (sav) sünneti bir delildir, kaynaktır, Allah'ın kendisine verdiği selâhiyete dayanarak (bir nevi vahiy olan vahy-i gayri metluv ile) Kur'ân'ı açıklar ve boşlukları dolduran hükümler koyar. Bu konularda ümmet içinde hiçbir şahıs O'na (sav) denk değildir, bu vasıflar yalnızca O'na (sav) mahsustur. Şîîlere (bu maddelerde Şîîlerden maksat öncelikle oniki imamcı Şîîlerdir) göre imamlar da masumdur, günah işlemez, hata etmezler, Peygamber (sav) gibi onlar da dinî hüküm ve kâide koyarlar. Yukarıda özetlenen mukayeseyi yaptıktan sonra bütün insanlığa hitap eden bir dinin taşıması gereken özellikleri İslâm'ın, Ehl-i sünnet ve Şîî anlayışlardan hangisinin temsil ettiği husûsunun takdirini okuyucuya bıraıyoruz "Gözlem ve deneyimlerimiz bize iki husûsun iyi değerlendirilmesi gerektiğini öğretmiştir:

1. İSLÂM'DA İNANÇ MESELESİNİN ÖNEMİ VE BUNU GÖZDEN UZAK TUTMANIN TEHLİKELERİ:

  a) Bugün bazı çevreler, birşeyi övme veya yerme, tenkit etme veya takdir etme husûsunda ölçü olarak Allah'ın Kitab'ını, Resûlü'nün (sav) sünnetini, büyük geçmişlerin yolunu, inanç ve menhecin sağlam olmasını artık terketmişlerdir; onlara göre bir kimsenin lider ve örnek olması, sevilmesi, tutulması için İslâm adına bir monarşik idare kurması, kuvvet kullanarak zafer elde etmesi, yahut batılı bir askerî güce meydan okuması ve karşı durması yeterli olmaktadır.

b) Yeni aydın neslimizde inanç (akide) önemini tehlikeli bir biçim ve ölçüde kaybetmeye yüz tutmuştur, bu da huzursuzluk ve ızdıraba sebep olmaktadır. Zira inanç, peygamberlerin dâvetleri, cihadlarının hedef ve âmilleri ile,bundan gayri başkalarının dâvet ve maksatlarını birbirinden ayıran çizgidir. O iman ki peygamberler ve onların izinden gidenler, hiçbir şey karşılığında onu pazarlık ve anlaşma konusu yapmamışlardır. Onlara göre kabul veya reddetmenin, beğenmek veya beğenmemenin, birleştirme veya ayırma şartlarının ölçüsü inançtır.

Müslümanların zayıflığına rağmen bu din, asıl şekli ile varlığını sürdürebilmesini inanç konusunda istikamet, sağlam sarılma, yan çıkma ve kıskançlıkla koruma şeklinde görülen davranışlara borçludur. Çünkü dinin dâvetçi ve taşıyıcıları bu konuda (inanç sahasında) hiçbir güce, yahut baskıya, yahut da imparatorluğa boyun eğmemişlerdir. İslâm ve müslümanların dünyada elde edecekleri bir fayda, yahut kurtulacakları bir zarar karşılığında hatalı bir inanç veya dâvayı kabul etmek, ona ayak uydurmak bir yana böyle bir şey karşısında susmaya bile rıza göstermemişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in (v. 241/855) devrinin iki büyük başkanı, hatta o çağın en büyük iki devlet başkanı Me'mun ve Mu'tasım karşısında, Kur'ân'ın yaratılmış olması inancını reddettiği için yediği kırbaçlar ve çektiği zindan cezalarına mukavemeti ve bütün bunlara rağmen dimdik ayakta durması, iman ve inanç konusunda doğru yolu tutmanın, gerekli direnme ve gayreti göstermenin parlak bir örneğidir. Şeyhul İslam İbn Teymiye’nin siyasal iktidarı arkasına alan bid’atçi fırkalar ve sufilerce uğratıldığı zulum ve hapishane hayatı karşısındaki eşsiz mukavemeti yalnızca iki örnektir; yoksa İslâm tarihi "zulme sapmış sultan karşısında gerçeği dile getirme", "Yaratıcıya isyan olan yerde yaratılana itâat edilmez" hadîsini uygulama konusunda sayısız örneklerle dolup taşmaktadır. Bu "zulme sapmış sultan" kimi zaman bir hükümdardır, kimi zaman kamuoyudur, kimi zaman yaygın bir şöhrettir, bazen aldatıcı zaferler ve gürültülü dâvalardır; tarih ve tecrübe bu sonuncuların, süreklilik bakımından daha çetin olduğunu göstermektedir. "Gerçek şudur ki, İslâm'ın esasları (nizamı) ve sağlam inanç prensipleri, hiçbir zaman yatağı değişmeyen ve suyu kurumayan iki nehir gibidir. Siyâsî güçler, gelip geçen devrimler, başlayıp biten hükûmetler, dâvalar, hareketler ise oluşup dağılan dalgalar gibidir. Nehir doğru yönünde aktığı, su da berrak ve akıcı olduğu müddetçe bir tehlike yoktur. Fakat imanda bozulma başlayınca bu, nehrin yönünün değişmesi, berrak suyuna çamurlu suyun karışması demektir. Bu sebeple ortada bozuk bir inanç, sapma ve doğru yoldan çıkma mevcut oldukça herhangi bir dâvet, hareket, gelişme, ilerleme, toplumun kısmî ıslâhı, ıslâhât vâdi ve iddiâsını benimsemek, bunlara aldanıp boyun eğmek caiz değildir. Arkasında milletin bekâsı ve dinin varlığının korunması yatan gerçek budur; her asrın âlimlerini ve din koruyuclarını sarsan, harekete geçiren, bazen tehlikeli sonuçlar doğurmasına rağmen onları sorumluluklarını yerine getirmeye iten gerçek budur. Şu hadîs-i şerîf de aynı gerçeği dile getirmektedir: "Bu ilmi her neslin faziletli kesimi taşıyacak, onu, aşırı gidenlerin bozmasından, yanlış yolda olanların saptırmasından ve cahillerin yorumlamasından koruyacaklardır."

2. SİHİR (KARİZMA) VE TESİRİN SİYASÎ VE PSİKOLOJİK ETKENLERİ:

Yakın tarihte Arap milliyetçilerinin Cemal Abdunnâsır'a, başka milletlerin benzerlerine gösterdikleri sevgi, takdir ve bağlılığı müslüman gençliğin bir kesimi Humeynî'ye göstermişlerdir. Bunun siyasî ve psikolojik etkenleri vardır:

a) Humeynî, Şâh Rızâ Pehlevî imparatorluğuna karşı parlak bir zafer elde etmiştir.

b) Özellikle İranlı toplumda önemli bir devrim olayı meydana gelmiştir.

  c) Bugün dünyanın en büyük askerî gücünü temsil eden ABD, bazı teşebbüslerinde başarısızlığa uğramıştır.

d) İslâm dünyasında gençlik, bu ülkelere hâkim olan ahlâkî ve dinî gerileme, (ve onların sembolü haline gelen) acınacak haller ve zaaf noktaları yüzünden bunalıma düşmüş iken İran gençliği -yaygın rivâyetlere göre- ortaya kahramanlık ve fedâîlik örnekleri koymuştur.

e) Gençlik kesimi, İslâm adına ortaya konan kahramanlık, atılganlık ve cesarete karşı daima takdir ve sempati duymuşlardır. 2012 yılına gelindiğinde ise Suriye iç savaşında Müslüman kıyımı yapan Beşşar Esad’ın en büyük destekçisi İrandır.Böylece Allah bir musibetle onları maskelerini düşürmüştür.

  Hâlen İslâm dünyasında açıkça Sünnet'i inkâr eden, Peygamber'in hadîslerini alaya alan, toptan ve detaylı olarak batı medeniyetini benimsemeye çağıran, felsefe ve vahiy inkarcılığını kendilerine meslek edinmiş bazı lider.idareci ve din adamı kisvesine bürünmüş kimseler, bazı çevrelerin aşırı takdir ve bağlılıklarına mazhar olmaktadırlar. Fakat Humeynî hareketi aynı zamanda dinî bir renk taşıdığı için, onlara nisbetle Humeynî, daha büyük bir takdir ve beğeniye mazhar olmuştur. Bu takdir ve bağlılık o dereceye varmıştır ki bağlıların yanında inanç konusu (Şîîler ile Ehl-i sünnet arasında inanç konusundaki farklar) ortaya atıldığı ve ümmetin üzerinde birleştiği bazı ölçü ve prensiplere işaret edildiği zaman onlar dinleme sabrı gösterememekte, dengelerini kaybetmekte, hiddet, nefret ve kinlerini sergileyerek olmayacak seviyelere düşmektedirler. Bu durum, İslâm'ın rûhu ve dinin geleceği bakımından insanı büyük bir üzüntü ve endişe içine düşürmektedir. Allah islamın ve Müslümanların yar ve yardımcısı olsun. 09.04.2013 

 EBU DAVED

5 Nisan 2013 Cuma

İBN HAZM’IN MÛSİKÎ İLE İLGİLİ HADİSLERE BAKIŞI

İBN HAZM’IN MÛSİKÎ İLE İLGİLİ HADİSLERE BAKIŞI İslâm'da mûsikînin hükmü konusunda bir çok eser kaleme alınmıştır. Bunlardan bir kısmı, hadisleri mûsikînin lehinde değerlendirirken, diğerleri de aleyhinde ele almışlardır. Her iki tarafın kaynak olarak dayandıkları hadisleri İslâm âlimleri incelemeye tabi tutmuşlardır. İbn Hazm, mûsikî konusundaki hadisleri "Risâletun fi'l-Ğinâi'l-Mülehhî e Mübâhun huve em Mahzûrun" adlı eserinde metinleriyle ele almış ve bu hadisler hakkındaki düşüncelerini ayrı ayrı belirtmiştir. İbn Hazm adı geçen risâlesine Allah'a hamd ve Resûlüne salât ve selâm getirdikten sonra şöyle devam etmektedir: "İmdi, Allah seni ve beni muvaffak eylesin, O'na karşı görevimizi yapabilmemiz için bize lûtfuyla yardım eylesin. Eğlendirici mûsikînin mübâh mı yoksa haram mı olduğu konusunda sana bilgi vermemi istedin. Bu konuda mûsikîyi yasaklayan hadisler de var, mübâh gören hadisler de vardır. Ben, mûsikîyi yasaklayan hadisleri zikredeceğim ve sana bunların illetlerini bildireceğim. Mûsikîyi mübâh gören hadîsleri zikredeceğim ve onların sıhhat derecelerini de Allah'ın izniyle bildireceğim, Allah doğruya götürendir." dedikten sonra önce mûsikîyi yasaklayan hadisleri ele alır. Bu hadisleri şöyle sıralayabiliriz. MÛSİKÎ ALEYHİNDE RİVÂYET EDİLEN HADİSLER: 1- Aişe (R.A.)'nin rivâyet ettiği bir hadiste Peygamber (S.A.V.) : "Şüphesiz ki Allah Teâlâ şarkı söyleyen câriyenin satılmasını, parasını ve onun eğitimini meslek haline getirmeyi ve onu dinlemeyi haram kılmıştır.” (Tirmizi –1282) buyurmuştur. İbn Hazm, bu hadisin râvileri arasında bulunan Leys'in zayıf olduğunu ve Said b. Ebî Rezîn'in mechul olduğunu ve onun kardeşinin isminin verilmediğini söyleyerek bu hadisi reddetmektedir . Buna rağmen bu hadisi İbnü’l-Cevzî gibi kabul eden âlimler de vardır . Bu hadisin, ses sanatkârı câriyelerin alım ve satımını ve bunlar vasıtasıyla para kazanılarak maişet teminini yasakladığı iddia edilmektedir. Bu meâlde birkaç hadis daha bulunmaktadır. Ancak,bunların bir kısmının uydurma ve diğer bir kısmının zayıf olduğu iddia olunmuştur.Meselâ bazı İslâm hukukçularına göre câriyenin sesinin güzel olması, mûsikî bilgisine ve kültürüne sahip olması bir değer ifade etmez. Câriyenin diğer fizîki güzellikleri, sanat ve maharetleri, zihnî kabiliyetleri ve kültürü onun değerini artırırken ve bu konularda fiyat konusunda pazarlık yapılması hukuken normal karşılanırken, fizîki özelliklerden biri sayılan ses güzelliğine değer verilmemektedir. Değer verilmesi bir yana, câriyenin sesinin güzel olmasının hukuken kusur sayılacağı prensibi kabul edilmiştir. İmam Ahmed’le ilgili bir olay bunun örneklerinden sadece biridir. Bir adam ölmüş ve geride çocuğu ve bir de ses sanatçısı câriyesi kalmıştı. Oğlu maddî sıkıntı sebebiyle bu câriyeyi satmak istiyordu. Mesele İmam Ahmed’e soruldu. İmam Ahmed bunun ses sanatkârı sıfatıyla değil de her hangi bir câriye gibi satılabileceğini söylemiştir. Kendisine, şayet bu cariye ses sanatçısı olarak satılırsa 30 bin dirhem, her hangi bir câriye gibi satılırsa sadece 20 dinar edeceği söylenince, İmam Ahmed bunun ancak ve ancak basit bir câriye olarak satılabileceğini ısrarla söylemiştir.İmam Ahmed, yetimlerin mallarının zayi olmasına asla razı olmayacağına göre, mûsikî sanatını mal ve menfaat olarak kabul etmediği ve bu sanata tekâbül eden değere mükabil para alınmasını câiz görmediği yukardaki fetvasından anlaşılmaktadır. Bu hadisi, mûsikînin haramlığı konusunda delil olarak ileri sürenlere Musiki eşliğinde semah yapan sufilerden İsmail-i Ankaravî (ö. 1041/1631) :"Bu hadisten murad, içki meclislerinde fâsıklar için şarkı söyleyen câriyelerdir. Bundan semâ'ın haram olduğu anlaşılmaz." demektedir. Ancak hadiste bu yönde bir ibare yoktur.BU tamamen nefsi bir te’vildir. 2- Ali (R.A.)'den rivâyet edilen hadiste Resûlullah (S.A.V.)'in:"Ümmetim onbeş kötü huyu yaptığında belâ ona gelir. Savaşta elde edilen ganîmet şahsî mal sayılır, emanet olarak bırakılan eşya adam soymak için fırsat bilinir, zekât, sadaka veya borç para vermek zannedilir, din dışı gayeler için eğitim yapılır, kişi karısına itaat ederken annesine saygısızlık eder, arkadaşına yaklaşırken babasından uzaklaşır, câmilerde yüksek sesler zuhur eder, bir kabîleyi o kabîlenin en fâsıkı idâre eder, en rezil kimse kabîlenin lideri olur, şerri dokunmasın diye bir kimseye iyilik edilir, şarkıcı kadınlar ve def-dümbelek zuhur eder, içki içilir ve bu ümmetin sonra gelenleri evvel gelenlerine lânet eder ise o zaman kıpkızıl bir rüzgâr, bir zelzele, yere batma, şekil değişme, sürgün gibi felâketlerin -ipliği kopmuş boncuğun peşpeşe düşmesi gibi- birbirini kovalamasını bekleyiniz." (Tirmizi-2210) buyurmuştur. Tirmizî, onbeş kötü huydan bahseden bu hadisin "garîb" olduğunu söyleyerek rivâyet etmiştir. Elbani hadisin sahih olduğunu beyan etmiştir. Şarkıcı kadınların ve def-dümbelek'in ortaya çıkışını büyük felâketlerin başı sayan bu hadis hakkında İbn Hazm:"Bu hadiste geçen râvilerden Yahya İbn Saîd'e kadar olanların hiçbirinin kim olduğu bilinmiyor. Yahya İbn Saîd ise, Muhammed İbn el-Hanefiyye'den bir kelime bile rivâyet etmemiş ve ona yetişememiştir." demektedir. Dolayısıyla İbn Hazm, bu hadisin senedindeki Lâhik b. El-Huseyn, Dirâr b. Ali ve el-Humsî'nin meçhûl ve Ferec b. Fudâle'nin metrûk olduğunu söyleyerek bu hadisi reddetmektedir. 3- Muaviye (R.A.)'nin “Resûlullah (S.A.V.) dokuz şeyden menetmiştir. Ben de sizi bunlardan menediyorum, dikkat edin ki bunlar: mûsikî, mûsibet anında bağırıp çağırma, resimler, şiir, erkeklerin altın takması, vahşî hayvanların derilerini giymek, zinâ etmek ve ipek kumaş giymektir.”( Bu hadîs, Ebû İshak b. Musa b. Muhammed eş-Şâtıbî'nin el-İ'tisâm, (Tahkîk: Mustafa Ebû Süleyman en-Nedvî, Dâru'l-Hânî, Riyad, 1996/1416) adlı eserinde geçmektedir. Adı geçen eseri tahkik eden Mustafa Ebû Süleyman en-Nedvî, bu hadîsin harekelenmesi esnasında hata yapıldığını, hadiste ipek giymek anlamındaki el-harîr' den önce gelen kelimenin ham ipek anlamına gelen el-hazze değil, zinâ etmek anlamına gelen el-hıra olması gerektiğini söylemektedir. Bkz. El-İ'tisâm, dipnot no: 4, II/109. Adı geçen kelimenin el-Hazze okunması durumunda ifade ettiği anlam için bkz. aynı eser, II/110.) dediği rivâyet edilmektedir. İbn Hazm bu hadisin râvileri arasında zikredilen Keysân'ın kim olduğunun bilinmediğini ve Muhammed b. Muhâcir'in de zayıf olduğunu belirtmekte ve ayrıca râvi zincirindeki şahısların şiiri mübâh görmelerine rağmen, şiiri yasaklayan bir hadisi naklettiklerini dolayısıyla tutarsızlık içinde olduklarını îma ederek bu hadisi kabul etmemektedir. 4- İbn Mesud'dan: "Suyun (yeşil) otu bitirdiği gibi, ğınâ (mûsikî) de nifâkı kalpte öylece yeşertir." (Ali el-Müttakî el-Hindî; Kenzü'l-Ummâl, XV/218-219-221, Hadîs: 40658, 40659, 40670.) Ebû Dâvud'un senediyle bir şeyh'ten rivâyet ettiği bu hadis için İbn Hazm: hadisin merfû' ve munkatı' olarak rivâyet edildiğini, râviler içinde geçen ve ismi verilmeyen şeyh'in kim olduğunun bilinmediğini ve senedinin garib olduğunu söylemektedir. 5- Ebû Ümâme (R.A.)'nin Resûlullah (S.A.V.)'den: "Şarkıcı câriyelerin şarkıcılık mesleğinde eğitilmeleri helâl değildir. Onları satın almayınız, satmayınız ve onlara sahip olmayınız. Onların paraları da haramdır." (Tirmizi-1282) Elbani hadisin sahih olduğunu beyan etöiştir.şeklinde duyduğunu nakletmektedir. Ebû Ümâme'den merfû'an ve Kur'ân-ı Kerîm'den :"İnsanlardan öyle kişiler vardır ki boş sözü satın alırlar." (Lukman-6) âyetiyle birlikte rivâyet edilen bu hadis hakkında İbn Hazm, bu makamdaki 5, 6 ve 7 numaralı Abdü'l-Melik b. Hubeyb rivâyetiyle gelen hadislerin hiç birini kabul etmeyip, bunların hepsinin uydurma olduğunu belirttikten sonra, bu hadisin senedindeki İsmail b. Ayyâş'ın ve Kâsım'ın zayıf olduklarını söylemiştir. İbn Hazm, meâli geçen âyetteki "lehve'l-hadis" in mûsikî olduğuna dair açıklama yapanlara cevap olarak: “Bu tefsir Rasûlüllah'ın açıklaması değildir ve onun ashâbından da böyle bir haber tesbit edilmemiştir” Âyetin sebeb-i nüzûlü de öyle değildir, bu ancak bazı müfessirlerin kendi görüşleridir ve bu âyetten kastedilenin de mûsikî olduğunu ispat etmeleri imkânsızdır. Şayet bu iddia doğru olsa bile, âyetin devamındaki [insanları Allah'ın yolundan saptırmak için] ifadesine bir çok şey girer. Bir kimse Allah'ın yolundan saptırmak için Kur'ân satın alsa veya öğretse bu da haram olur.” diyerek bu hadisi kabul etmemektedir. 6- Abdullah b. Ömer b. Hafs b. Asım (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'in: "Şüphesiz şarkı söyleyen (Muğannî)'in kulağı şeytanın elindedir, onu susuncaya kadar titretir durur." buyurduğunu rivâyet etmektedir. İbn Hazm Abdü'l-Melik b. Hubeyb'den nakledilen bu hadis için, 5 numaralı hadisin açıklamasında geçtiği üzere "metrûk" demektedir. İbn Hazm'ın adı geçen eserini tahkik eden Dr. İhsan Abbas, Abdü'l-Melik b. Hubeyb’in (ö. 238/852) Endülüs'lü meşhur bir fakih olduğunu, ilim talebi için doğu'ya gittiğini, daha sonra tekrar Endülüs'e döndüğünü ve Yahya b. Yahya el-Leysî ile birlikte meşhur olduğunu, onunla ilgili haberlerde doğrudan görüşmediği arkadaşlarından bir çok şeyler aktardığını söylemektedir. Ayrıca, İbnü'l-Farzî'nin Hubeyb'in Hadis ilminden anlamadığını, el-Bâcî ve İbn Hazm'ın anlattıklarına göre Ebû Ömer ibn Abdü'l-Berkân'ın onu kizb ile nitelendirdiğini fakat buna rağmen bazı Endülüs'lülerin onu, eserlerinin çokluğu ve ilminin genişliği sebebiyle kuvvetle müdâfaa ettiklerini söylemektedir. 7- İbn Hazm'ın adı geçen eserde yedinci sırada aldığı hadis de, 5 numarada geçen hadisin hemen hemen bir benzeridir. Yine Ebû Ümâme tarîkiyle gelen bu hadiste Resûlullah (S.A.V.)'in: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ muğanniyeleri eğitmeyi, satın almayı, satmayı ve paralarını yemeyi haram kılmıştır." (İbn Mâce, es-Sünen, Ticârât: 11, II/733, Hadis No: 2168; Tirmizî, Sünen, Büyû': 12, Bâb: 51, III/579. )buyurduğu rivâyet edilmektedir. Bu hadis de Abdü'l-Melik b. Hubeyb tarikiyle gelen hadislerdendir. İbn Hazm'ın, Hubeyb'in naklettiği hadisler hakkındaki düşüncelerini yukarıda belirtmiştik. 8- Ebû Amr el-Eş'arî (R.A.), Nebî (S.A.V.)'in şöyle dediğini işittim demiştir: "Ümmetimin içinde zina yapmayı, ipekli giymeyi, içki içmeyi ve mûsikî dinlemeyi helâl sayan kimseler türeyecektir. Bunlardan bazıları dağların kenarına, mesîrelik yerlere (iyş-ü nûş etmek için) çekileceklerdir. Çobanları, sahip bulundukları sürüleri (mezelik yapmak için) akşam yanlarına getirecek, sabah tekrar gütmeye götürecek. İhtiyaç içinde bulunan bir kimse (yardım istemek için) yanlarına gelecek, zinâ, içki ve mûsikı ile sermest olan bu sefîh ve hissiz insanlar ona bugün git, yarın gel diyeceklerdir. Şüphesiz ki, işte bundan dolayı Allah Teâlâ onların başına daha sabah olmadan bir belâ verecek ve (eteklerinde eğlendikleri) dağı başlarına yıkacaktır. Bu musîbetten arta kalanlar ise ta kıyâmet gününe kadar maymun ve domuz sûretinde oldukları halde kalacaklardır."( Buhârî; es-Sahîh, Kitâbü'l-Eşribe (fî men yestehillûne'l-hamre), VI/243) Mûsikî konusunda rivâyet edilen hadislerin en sağlamı ve en kuvvetlisi Buhârî'nin bu hadisidir. Bu meâlde daha bir çok hadis varsa da bunlar garîb, münker ve mevzû olarak nitelenmiştir. Kaldı ki İbn Hazm, bu hadisin senedini de tenkit etmiştir. Buhârî tarafından rivâyet edilen ve Emevîlerle Abbâsîler zamanında yaygın olan içki meclislerini tasvîr ettiği ileri sürülen bu hadisin senedi, Hişâm b. Ammâr'dan Ebû Âmir veya Ebû Mâlik'e kadar geliyor ama bu Ebû Âmir’in kim olduğu bilinmiyor diyen İbn Hazm, Buhârî'nin bu hadisi senetli olarak rivâyet etmediğini söyleyerek mûsikîye karşı olanların en kuvvetli hüccetlerinden birine şüphe getirdiği gibi, Bûhâri'yi kitabına uydurma hadis almakla suçlayanların başında gelmektedir. Hadis sahasında en büyük otorite kabul edilen Buhârî'nin bu hadisini İbn Hazm'ın zayıf bulması, bir çok ilim çevresini harekete geçirmiştir. Buhârî'nin şârihlerinden Aynî bu hadisi açıklarken: "İbn Hazm'ın bu hadis muallâktır, onu için hüccet olmaz demesi bir vehimdir. Buhârî her ne kadar bu hadisi ta'lîken rivâyet etmişse de, onun rivâyet ettiği muallâk hadisler sahîhtir." diyerek hadisi müdâfaa etmiştir. Diğer bir şârih olan İbn Hacer de bu hadisi destekleyen şâhid ve tâbi' hadisleri nakletmiş, senedinin sağlam olduğunu ve iddia edildiği gibi hadisin zayıf bir yanının bulunmadığını söyleyerek Buhârî'yi İbn Hazm'a karşı tafsîlatlı bir şekilde savunmuştur.Kaldıki günümüzde bile kendini selefiliğe nispet eden bazı cahil zahiriler bu iddiaları halen dillendirmektedir. 9- İbn Şabân tarîkiyle Enes b. Mâlik (R.A.)'den rivâyet edilen bir hadiste Peygamberimiz (S.A.V.): "Kim bir ses sanatkârı olan câriyeyi dinlerse, kıyâmet günü iki kulağına eritilmiş kurşun dökülür." (Celâle'd-Dîn Abdu'r-Rahmân; el-Câmiu's-Sağîr fî Ahâdîsi'l-Beşîri'n-Nezîr, II/163) buyurmuştur. İbn Hazm, İbn Şabân'ın bu hadisi için: "... felâkettir, katmerli yalandır, bu hadis ne Enes (R.A.) tarîkiyle, ne de İbnü'l-Münkedir'in rivâyetiyle bilinmemektedir, hadisin senedi meçhûl kişilerle doludur. Bu hadisi Mâlik'in sika olan arkadaşlarından hiçbir kimse rivâyet etmemiştir. İkinci bir tarîkle bu hadis Mekhûl'den ve Aişe'den rivâyet edilmektedir ki, Mekhûl, Aişe ile asla karşılaşmamış ve ona yetişememiştir. Aynı zamanda bu rivâyetteki Hâşim b. Nâsih ve Ömer b. Mûsa bilinmemektedir ve hadis munkatı'dır. Hadisin üçüncü bir tarikle rivâyet edilen şeklinde ise Ebû Abdullah ed-Devrî ' nin kim olduğu bilinmiyor." diyerek bu hadisi de kabul etmemektedir. 10- İbn Şaban tarîkiyle gelen İbn Abbas'ın kavlinde, onun "İnsanlardan öyle kişiler vardır ki, boş sözü (lehve'l-hadîs) Allah'ın yolundan saptırmak için satın alırlar."(Lukman-6) âyetindeki "lehve'l-hadîs" sözünü İbn Abbas'ın "mûsikî" diye yorumladığı nakledilmektedir. İbn Hazm'ın, adı geçen âyetle ilgili açıklamasını, yukarıda 5 numarada belirttiğimiz Ebû Ümâme hadisinde verdiğimiz için, burada tekrar etmek istemiyoruz. 11- Ebû Mâlik el-Eş'arî'nin Resûlullah (S.A.V.)'den şunları işittiği rivâyet edilmektedir: "Ümmetimden bir grup insan içki içecek, fakat içtikleri içkiye başka ad takacaklardır (yani içkinin adını değiştirmek suretiyle içilen şeyin şarap olmadığını ve dolayısıyla da haram sayılmayacağını iddia edeceklerdir). Başlarının ucunda def dümbelek çalınacaktır. Hak Teâlâ bunları yerin dibine geçirecek ve bunlardan bir kısmını maymun, diğer kısmını domuz suretine sokacaktır." (İbn Mâce; es-Sünen, II/1333.) İbn Hazm, bu hadisin râvileri arasındaki Muaviye b. Salih'in zayıf olduğunu ve yine seneddeki Mâlik b. Ebî Meryem'in kim olduğunun bilinmediğini söyleyerek hadisi reddetmektedir . 12- Senedi bilinmeyen ve “iki melûn sesi” yasaklayan bu hadiste: "Dünya ve âhirette iki melûn ses vardır, nimet ve refah zamanında dinlenen çalgı sesi, musîbet zamanında koparılan feryadü figân." Bu meâle yakın değişik rivâyetleri de bulunan fakat kimin rivâyet ettiği bilinmeyen bu hadis ve râvileri için İbn Hazm, bu konuda söylenenlerin hepsi hiç yokmuş gibidir diyerek hadisi reddetmektedir. İbn Hazm, mûsikînin haram olduğunu iddia edenlerin hüccet olarak kullandıkları hadisleri teker teker ele almış ve bunların hiç birinin sağlam olmadığını iddia etmiştir. İbn Hazm, Allah bize neyi haram kılmışsa bize tafsilatıyla açıklamıştır, bir şeyin haram oluşunu bize açıklamamışsa o da helâldir dedikten sonra konu ile ilgili "...Allah size haram kıldığı şeyleri tafsilâtıyla açıklamıştır..." (En'am sûresi: 6/119.) âyetini kendisine hüccet edinmektedir. Bundan sonra: "O Allah ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı..."(Bakara sûresi: 2/29 )âyetini naklederek her şeyin insan için yaratıldığını, böylece güzel seslerin ve nağmelerin de insan için yaratıldığını, insana düşen görevin bunları dinleyerek ibret alması gerektiğini söylemektedir. İbn Hazm, Sa'd b. Ebî Vakkas tarîkiyle sahih olarak rivâyet edilen bir hadisi de eserinde zikretmektedir. Bu hadiste Peygamberimiz (S.A.V.): "İslâmda günâh yönüyle insanların en büyük olanı şu kimsedir ki, haram olmayan bir şeyin hükmünü sorar da sonra onun sormasıyla o mesele haram kılınmış olur."( Buhârî, es-Sahîh, İ'tisâm: 3, VIII/142; Ebu'l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu's-Sahîh, Fedâil: 132, 133, IV/1831, M.F.A. Bâki Neşri, 2. Baskı, Beyrut, 1972. Ebû Dâvud, es-Sünen, Sünnet, Had. No: 4609, IV/201-202) Bu usul zahirilerin sıklıkla başvurduğu ibaha usulüdür. İbn Hazm, bazı kişilerin lüzumsuz bir çıkışla ve dindarlık hevesiyle meselelerin kökünü irdelemesine karşı çıkmakta, konu ile ilgili olarak da bu hadisi hüccet edinmektedir. İbn Hazm, adı geçen risâlesinde yukarıda geçen hadislerden sonra, ikinci bölümde de mûsikînin lehinde rivâyet edilen hadisleri sıralamaktadır. MÛSİKÎ LEHİNDE RİVÂYET EDİLEN HADİSLER: 1- Buhârî ve Müslim'in Aişe (R.A.)'den ittifakla rivâyet ettikleri bir hadiste Aişe şöyle anlatıyor: (Babam) Ebû Bekr bize geldi, benim yanımda Ensâr'ın Büâs harbindeki karşılıklı atışmaların sözleriyle terennüm eden iki câriye vardı. Resûlullah (S.A.V.) de kaftanına bürünmüş yatıyordu. Ebû Bekr: "Resûlullah'ın evinde şeytanın mızmarı ne gezer" diye beni azarladı. Bu olay bayram gününde cereyan etmişti. Peygambar (S.A.V.) yüzünü açtı ve "Ey Ebû Bekr, her milletin bir bayramı var, bugün de bizim bayramımızdır." (Buhârî, es-Sahîh, îdeyn: 3, II/3, (8 cüz), İstanbul, 1979; İbn Mâce, es-Sünen, Nikâh: 21, Hadîs: 1898, I/612.) buyurdu . Bu hadis, başka bir rivâyetle şöyledir. Aişe (R.A.): Ebû Bekr Resûlullah'ın yanına girdi, Resûlullah'ın yanında Büâs türkülerini söyleyen iki câriye vardı. Resûlullah yatağının üzerine uzanmış ve yüzünü çevirmişti. Ebû Bekr içeriye girdi ve beni "şeytanın mizmarı Resûlullah'ın evinde ne gezer." diyerek azarlayınca, Resûlullah ona yöneldi ve "onları bırak" buyurdu. İbn Hazm bu hadisleri değerlendirirken, şöyle diyor: Resûlullah Ebû Bekr'in "şeytanın mizmarı" sözünü işittiğinde ona karşı geldi, câriyelerin şarkısına karşı gelmedi. İşte bu durum, hiçbir kimsenin aksini iddia edemeyeceği ve teslim olmaktan başka çare bulamayacağı bir durumdur. 2- Nâfî'den rivâyet edilen bir haberde şöyle diyor: “İbn Ömer'le yolda gidiyorduk, bir çobanın kavalını işitince, parmaklarını kulağına tıkadı ve sonra yolundan döndü, durmadan bana, ey Nâfî, kavalı işitiyormusun diyordu, ben artık işitmiyorum deyince, parmaklarını kulağından çıkardı ve ben Resûlullah ile beraber gidiyordum, birden bu şekilde kavalı işitince aynen böyle yaptı.”( Bazı kişiler “Ebû Dâvud bu hadisin münker olduğunu söylemektedir” iddiasında bulunmaktadır.Ancak gerçek böyle değildir.Hadisin sonundaki şerhte .” (Sünen-i Ehû Davud'un Musannifi, Ebu Davud’dan rivayet edenlerden biri olan) Ehû Ali el-ul'luî dedi ki: Ben Ebu Davud'u bu hadis münkerdir, derken isinim”yani bu söz musannifin rivayetidir.Zaten Elbani’de hadisi sahihlemiştir. . Bkz. Es-Sünen, el-Edeb: 52, Hadis: 4924, ) İbn Hazm bu olayla ilgili olarak: "...şayet kavalın sesini dinlemek haram olsaydı, Resûlullah İbn Ömer'in semâ’ını mübâh görmezdi. Dolaylı olarak İbn Ömer de Nâfî'in dinlemesini mübâh görmezdi. Aslında Resûlullah (S.A.V.), Allah’a yaklaşmaya uygun olmayan bir çok mübâhları da yapmaktan hoşlanmazdı. Meselâ: yaslanarak yemek yemeği ve kurulanmak için hazırlanmış olan şeye banyodan sonra kurulanmayı, Aişe ve Fâtıma (R.A.)'nın kapıları üzerine işlemeli perde asmayı ve -özellikle çok kerîh gördüğü şeylerden biri- yanında dirhem ve dinar olduğu halde bir gece geçirmeyi ve bunlara benzer pek çok şeyi nefsi için iyi görmemiştir. Çünkü Resûlullah münkerden uzaklaştırmak ve iyiliği emretmek için gönderilmiştir. Şayet bu haram olsaydı, Peygamber (S.A.V.), terketmeyi emretmek ve ondan uzaklaştırmak varken, kulağını tıkamakla iktifa etmezdi. Peygamber bundan başka bir şey yapmadı, mûsikîyi takriri sünnetle onayladı fakat ondan uzak durdu. Böylece onun dinlenmesi mübâh olarak kalmıştır. Şu var ki aralarında hiçbir fark olmayan dünyanın diğer mübâh olan fuzûlî işleri gibi, kavalı dinlemeyi terketmek de efdaldir." demektedir.Ancak hadiste İbn Ömer’in kulaklarını tıkamadığına dairn bir lafız yoktur.İbn hazm burada varsayımda bulunmaktadır.İbn Ömer’in peygamberimizin her sünnetini uygulamaya ne kadar düşkün olduğu malumdur.O ancak peygamberin bu hareketi üzerine onun ne emredeceğini anlamak için sesi dinlemiş ve peygamberimizi bilgilendirmiştir.Nafi’nin rivayetinden anlaşılacağı üzere kendisi de çalgı sesini haram görmektedir.Çalgının haramlığına itikat etmiş bir sahabenin rivayetinden çalgının helalliğine dair fetva çıkartmak olacak iş değildir. 3- Aişe (R.A.)'dan şöyle dediği rivâyet ediliyor: "Bir bayram günü Habeşliler gelmişler, mescitte oynuyorlardı. Resûlullah beni çağırdı, başımı onun omuzunun üzerine koydum ve onların oyunlarını seyretmeye başladım, ta ki usanıncaya kadar onlara baktım."( Buhârî, es-Sahîh, Salât: 69, I/117; îdeyn: 25, II/11; Cihâd: 79, III/227; Menâkıb: !5, IV/161; Nikâh: 114, VI/159. Müslim, es-Sahîh, îdeyn: 17, 21, 22, II/608, 610.) Bu hadis Peygamber’in mûsikî konusundaki tavrını açıkça ortaya koyduğu için, İbn Hazm Bu hadisi naklederken ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymamıştır.Zaten kadınların bayram günleri,düğün ve eğlencelerinde musiki için ruhsat vardır.Bu konuda herhangi bir sıkıntı yoktur. 4- Âmir b. Sa'd el-Becelî (R.A.)'den rivâyet edilmektedir ki, şöyle diyor: “Bir gün Ebû Mesud el-Bedrî, Kuraza b. Kâ'b ve Sâbit b. Zeyd'i bir gölgelikte oturmuş mûsikî dinlerken gördüm ve siz Resûlullah'ın ashabısınız, bu ne hal böyle dedim. Onlar da: ‘Resûlullah bize düğünde mûsikî ve cenâzede -bağırıp çağırmama şartıyla- ağlama konularında ruhsat vermiştir’ dediler.” Şu var ki Şu'be bu hadisteki Sâbit b. Zeyd yerine Sâbit b. Vedîa'yı zikretmekte ve Ebû Mesud'un ismini vermemektedir. Aynı hadisin bir başka rivâyetinde olay şöyle anlatılmaktadır: Âmir b. Sa’d diyor ki: “Bir düğün münasebetiyle Kuraza b. Ka’b ve Ebû Mesûd el-Ensârî’nin yanına gitmiştim. Bu iki sahabenin yanlarında türkü söyleyen muğanniye kızların bulunduğunu gördüm. Dedim ki: Siz Resûlullah’ın sahabelerisiniz, aynı zamanda Bedir savaşında bulunma faziletine ve şerefine de sahipsiniz. Buna rağmen huzurunuzda böyle işler nasıl yapılıyor? Dediler ki: İstersen buyur, otur ve bizimle birlikte sen de dinle, istersen çekip git, fakat şunu bil ki, düğünde mûsikî (lehv) dinlemek için bize ruhsat verilmiştir.” (Ebû Abdi'r-Rahmân b. Şuayb en-Nesâî; Sünenu Nesâî (Hâfız Celâlu'd-Dîn es-Suyûtî'nin Şerhi ve İmam es-Sindî'nin Hâşiyesiyle), Kitâbu’n-Nikâh, Bâbu’l-Lehv ve’l-ginâ’ inde’l-ğurs, VI/135. Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, Tarihsiz.) 5- Hişam b. Zeyd Muhammed b. Sîrîn'in şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Bir adam yanında câriyelerle Medîne'ye geldi ve İbn Ömer'in evinde misafir oldu. Aralarında çalgı çalmasını bilen bir câriye vardı. Bir müşteri geldi, câriyeleri satın almak için onunla pazarlığa oturdu, fakat adam fiyattan hiç inmedi. İbn Ömer satıcıya dedi ki: ‘filânca kişiye git, o senin için alış-veriş bakımından bundan daha iyidir’. Satıcı, Abdullah ibn Câfer'e gelerek, câriyeleri ona gösterdi, câriyelerden birine emrederek dedi ki: al şu ud'u, o da aldı. İbn Ömer, adamın buna baktığını zannetmişti. İbn Ömer: ‘günün kalan kısmında şeytanın mezmûru sana yeter (bugün de böyle geçsin dedi ve mûsikî faslı başladı), sonra bunu al’ deyip câriyeyi müşteriye sattı. Satıcı sonradan İbn Ömer'e gelip: Yâ Ebâ Abdi'r-Rahmân, ben bunu 900 dirheme satmakla aldandım dedi. İbn Ömer adamla birlikte müşteriye gittiler, İbn Ömer: ‘satıcı bu işte 900 dirheme satmakla aldanmıştır, ya parasını yahut da câriyeyi iade et’ dedi. Müşteri de parasını veririz dedi”. İşte bu olayda Abdullah b. Câfer ve Abdullah b. Ömer (R.A.) udla mûsikî dinlediler. İbn Hazm bu hâdiseyi isnadsız olarak zikrediyor ve şöyle değerlendirmektedir: "Her ne kadar İbn Ömer, kayda değer olmayan bu alış verişi kerîh görse de, bu alış verişi yasaklamamış ve olayda görüldüğü gibi bir şarkıcı câriyenin satımında aracı olmuş ve görüş belirtmiştir. Şayet, bu alış veriş haram olsaydı, bunu asla câiz görmezdi." demektedir. İbn Hazm "...Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır." ( Yûnus sûresi-32.) âyetini ileri sürüp de mûsikî buna göre nerede (hangi grupta) bulunuyor diye soranlara: "Mûsikî, bahçelerde yeşil çimenlerde istirahat etmede ve elbiselerin rengini boyama gibi lehv (eğlence ve zevk için) olan her yerde bulunur." diyerek cevap vermekte ve söze devamla, Peygamberimiz (S.A.V.): ‘Ameller niyetlere göredir, şüphesiz herkes için niyet ettiği şey vardır.’ buyurmaktadır. Kişi, mûsikî ile nefsini rahatlatmak ve dinlenmek amacıyla, Allah Teâlâ'ya karşı yapması gereken ibadet ve taat için kendini gerek psikolojik ve gerekse maddî olarak daha iyi hazırlamaya niyet ederse, bu ne diye sapıtmaya götürsün” demektedir. İbn Hazm söze devam ederek Ebû Hanife'den bir nakilde bulunuyor. Ebû Hanife'nin: "Kim bir mizmâr (kaval veya ney) veya ud'u hırsızlık yapar çalarsa hükmen eli kesilir, eğer başkasına ait olan bu âletleri kırarsa onları ödemek zorundadır." dediğini bildirdikten sonra, bir şeyin haram veya mübâh kılınması ancak Allah'tan veya Resûlü'nden gelen bir nassla mümkündür. Çünkü Resûlullah'tan gelen nas, Allah'tan haber vermektedir. O'nun Allah Teâlâ'dan haber vermesi de ancak, kendisinde şüphe bulunmayan bir nassla câizdir. Bu sebeple Resûlullah (S.A.V.)'in: "Kim bana kasden yalan isnad ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın." buyurduğunu söylemektedir. İbn Hazm’ın yukarıda geçen ve mûsikî lehinde ve aleyhinde zikredilen hadislerle ilgili düşüncelerini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, onun bu konuda takip ettiği ve uyguladığı metodun esasları ortaya çıkmaktadır. İbn Hazm’ın Mûsikîyle ilgili Hadisleri Değerlendirmedeki Kriterleri Yukarıda geçen hadislerde görüldüğü üzere İbn Hazm, mûsikînin aleyhinde rivâyet edilen hadisleri sened yönüyle tenkide tabi tutmuş, senette adı geçen râvinin kişiliği, sika olup olmadığı ve bilinip bilinmezliği üzerinde durmuştur. İbn Hazm, mûsikî lehinde rivâyet edilen hadislerin ise metnini yorumlamıştır. Onun bu hadisleri doğru ve ustalıkla yorumlamadaki mahareti, Peygamber (s.a.v) dönemindeki sosyal olaylara ne derece vâkıf olduğunun apaçık bir delilidir. Kısaca onun metod olarak şöyle bir yol takip ettiğini görüyoruz: 1- İbn Hazm, mûsikîyi bütün mübâh hareket ve davranışlar gibi câiz olarak görmektedir. Ancak, mübâh olan bütün hareket ve davranışların kötüye kullanılma ihtimali ve imkânının olabileceğini göz önünde bulundurarak, fetvânın da niyete göre değişeceğini Peygamber’in(s.a.v): “Ameller niyetlere göredir, şüphesiz herkes için niyet ettiği şey vardır.” hadisine dayanarak söylemektedir. 2- İbn Hazm mûsikîyi, yeme içme gibi tabii bir olay, insanı dinlendiren, daha dinamik bir şekilde Allah’a kulluk etmeye hazırlayan, psikolojik, fizyolojik ve mânevî açıdan enerji kazandıran önemli bir araç olarak görmekte ve bu amaçla yapıldığı takdirde mûsikînin insanı doğru yoldan ayıracağına inanmamaktadır. İbn Hazm mûsikîyi mücerret olarak sapıklık vasıtası kabul edenleri reddetmektedir. 3- İslâm hukukçularının büyük bir kısmı müzik âletlerini mütekavvim mal olarak kabul etmemekte, açıkçası bunları mal saymamaktadır. İmam Muhammed ve Ebû Yusuf’a göre def ve benzeri eğlence âletlerinin hırsızlık yoluyla çalınmasından dolayı el kesme cezası verilmez, hatta bir kimse bu âletleri kırmış olsa bile zararı tazmin etmez. İmam Ebû Hanife’ye göre ise, çalgı âletlerini telef edene değerini ödemek gerekirse de eğlence dışında kötülükten alıkoymak (nehy-i ani’l-münker) amacı olması ihtimalinden dolayı el kesme cezası verilmez. Çünkü böyle bir âleti alan kişinin, münkerden nehyetme amacıyla almış olma ihtimali, meseleye şüphe sokar ve el kesme cezasını düşürür, fakat böyle bir kimse kırdığı veya zarar verdiği âletin bedelini ödemek zorundadır. İbn Hazm, müzik âletlerinin mal sayılıp sayılmayacağı konusunda Ebû Hanife’nin fetvâsını kabul etmekte, buna ters düşen diğer fakihlerin görüşlerini reddetmektedir. 4- İbn Hazm, mûsikîyi yasaklayan sahabe kavli rivâyetleri ve sahabenin kendi görüşü olan açıklamaları hüccet olarak kabul etmemektedir. İbn Hazm, bir şeyin haram veya mübâh kılınması ancak Allah ve Resûlünden gelen sarîh bir nasla mümkündür diyerek, mûsikîyi sahabeden bazı kişilerin anlayışına göre haram göstermeye çalışanlara karşı sert bir tavır ortaya koymaktadır. SONUÇ OLARAK İbn Hazm'ın mûsikî ile ilgili hadisler hakkındaki düşüncelerini naklettikten sonra, bu husustaki görüşlerimizi maddeler halinde belirteceğiz.Ancak daha önce ibn hazm’ın uslup ve yöntemi hakkında okuyucuyu kısaca bilgilendirmek istiyoruz. İbn hazm gerek risalelerinde gerekse münazaealarında ilk önce kitap ve sünnetin kesin delil teşkil ettiğini başka akli ve vehmi gerekçelerin ve kıyasın asla delil olamayacağına aksinin Allah ve rasulun isteğine uygun düşmeyeceğine buradan gelen delillerin dikkate alınması diğer gerekçelerin reddedilmesi gerektiğine dair bir giri yapar.Tezini ispat edene mağlup olanın tabi olması gerektiğine dair bir konuşma ile devam eder.Yönteminde kıyası reddeder,sahabe kavillerini kabul etmez.Ancak kendi görüşlerini desteklemesi hali bundan müstesnadır. Mûsikî aleyhinde rivâyet edilen hadislerin bir kısmını, Kütüb-i Sitte veya Tis'a gibi muteber hadis kitaplarında bulmak mümkün değildir. Bunları ancak mevzû hadisleri içine alan kaynaklarda, ikinci ve üçüncü derecedeki hadis kitaplarında veya mev’iza türü eserlerde görebiliyoruz.Ancak İbn hazm’ın zikrettiği hadislerin Buhari,Müslim,Ebu Davud,Trmizi,İbn mace gibi muteber hadis kitaplarında da tahric edildiğine dair hadis numaralarını ve dipnotlarını verdik. İbn Hazm'ın mûsikî aleyhinde rivâyet edilen hadisler hakkında yukarıda geçen açıklamaları kendince oldukça tutarlı ve yerindedir. Ancak, onun bu konudaki düşüncelerine katılmayan bir çok âlim vardır ve kendilerine göre haklı gerekçeleri de bulunmaktadır.Bu alimler genellikle mûsikîye kısmen veya tamamen karşı olanlardır. Meselâ çok yakın bir zamanda bu konuda yazılmış bir eser vardır.İs Arap-islam dünyasında yirminci yüzyılın hadis otoritesi olarak kabul edilen ve ömrünü mevcut hadislerin rivayet yolları ve hadis ricalinin tahkiklerine vakfetmiş gerçek bir Müceddid olarak görülen Muhammed Nâsiru'd-Dîn el-Elbânî'nin kaleme aldığı bu eserin adı "Tahrîmu Âlâti't-Tarab" tır. Müzik âletlerinin haram olduğunu ispatlamaya çalıştığı bu eserde müellif, İbn Hazm'ı hevâsına tabi olmakla suçlamakta, kıyas'ı kabul etmediğini, cerh ettiği ve zayıf ,uydurma ya da munkati dediği hadislerin durumu hakkında ki telakkilerinin doğru olmadığını, reddettiği hadislerin bir kısmının daha başka tarîklerle sıhhatli bir şekilde rivâyet edildiğini fakat bunları İbn Hazm'ın bilmediğini ve bu hadisler zayıftır diyerek hata ettiğini, İbn Hazm'ın hadislerin başka tariklerini bilmeme konusunda mazur olduğunu fakat, onu taklid edenlerin kesinlikle mazur olmadıklarını, adı geçen risâlesinin muhtelif yerlerinde söylemekte, İbn Hazm ve onun gibi düşünenleri şiddetle eleştirmektedir.İbn hazm’ın yaşadığı çağ,ortam,bölge açısından bakıldığında günümüze gelene kadar bir çok bilinmeyenin zaman içinde bilinir hale geldiğini göz önüne alırsak hem hadislerin senetleri hem raviler hakkındaki tabakat kitaplarının makbul olanlarına ulaşması oldukça zor görünmektedir.İbn hazm hayatında orta doğu arap dünyasına sadece bir kez gidebilmiş ve bu seyahatinde bazı çağdaşı alimlerle tanışma fırsatı bulabilmiştir.Matbaanın olmadığı kitapların hattatlarca çoğaltıldığı bir dönemde tüm eserlere ve hele de hadis kaynaklarına tamamen erişmesi çok zordur.İbn hazm’ın ravi tenkidi ve sıhhat açısından kendine has kriterleri vardır.Mesela o bütün Müslümanların gözbebeği olarak kabul ettiği Buhari’nin Camiu s Sahihini çok da muteber görmez.Elbani hadis ilminin duayeni bir alim olarak eleştirilerinde gayet haklıdır. Elbânî'nin bu eseri tarafsız bir nazarla tetkik edilecek olursa, eserin kaleme alınışında amacın selefin musikinin haramlığı konusundaki kesin olan inanç ve tutumunun yerindeliğini ortaya koymak olduğunu açıkça görebiliriz. Ancak, İbn Hazm'a, Elbânî ve daha başka araştırmacıların yönelttikleri tenkitleri gözden geçirmek yararlı olacaktır. İbn Hazm'ın hayatını inceleyenlerin göreceği gibi zamanımızda da onun ilmini ve islâmı yaşamadaki bağlılığını hafife almak isteyenler veya kıskananlar olabilir. Bu derece ilim ve kültüre sahip olan bir âlimin, nefsinin hevâsına tabi olarak hüküm vereceği düşünmekten ziyade onun geçirmiş olduğu ateşli bir hastalıktan sonra aşırı asabi ve takıntılı bir ruhi yapıya bürünmesine bağlamanın daha doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyiz. Müellifin eserini tahkik eden Dr. İhsan Abbas'a göre, İbn Hazm hangi tür mûsikîyi mübâh gördüğünü belirtmemiştir.Ancak risalesinin başında zikrettiği üzere kendisine yöneltilen soru;” eğlendirici musikinin hükmü” hakkındadır dolayısıyla ana tema budur.O, İbn Hazm'ın her ne kadar tafsilâtlı açıklamasa da, kaynak vermemesi, mûsikî konusunda olumsuz düşünenlerin seslerinin yükselmesine neden olmaktadır. Zahiriye ekolünün ve tabiatıyla İbn Hazm'ın, mûsikî aleyhinde rivâyet edilen ve ashabın kendi görüşü olan kavl-i sahabe hadisleri,fıkhi illetleri kabul etmemesi, onun işret meclislerini tasvîr eden ve prensip olarak İslâmın yasaklamış olduğu şeyleri mübâh görmesi anlamına gelmez.Ancak sahabelerin bizzat Peygamber efendimizin talim ve terbiyesinde yetişrikleri ve sünneti anlamada ümmetin en faziletlileri oldukları gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntıdır.Bu nedenle Ehli sünnette kavl-i sahabeler hüccettir İbn hazm’ın itirazının, bu sözlere dayanarak sanki Allah Teâlâ'dan bir âyet ve Peygamber'den gelen bir nas gibi bunları hüccet edinerek birilerine kâfir, bidatçi, fâsık demek veya bunlara göre bir takım hukûkî hükümler çıkarmak isteyenlere bir set çekmek istediğini farzedeersek,o takdirde İbn ham’ın bu tutumunun muhalif bid’atçı ve fasıkların menevra kabiliyetinin genişletilmesi olarak algılanması da çok normal kabul edilmesi gerekir. İbn Hazm'ın eserlerinde onun her hangi bir içki meclisinde çalınan müzik âletine veya böyle bir mecliste rakkaseyi oynatmak için vurulan defe cevaz verdiğine, yahut da güftesi İslâm ahlâkına ters düşen bir şarkıya mübâh dediğine dair bir bilgiyi bulamasak da, içkisiz rakkase oynatmanın vb.aksi durumların haramlığına dair bir netlikte bulamıyoruz.Kaldı ki, mûsikînin kötü amaçla kullanıldığı zaman hükmünün haram olacağı da açıktır.Bunda İbn Hazm'ın da diğer âlimlerin de bir tereddüdü yoktur. Şâyet İbn Hazm'ın, râvinin bilinmemesi sebebiyle kabul etmediği böyle bir hadis, başka tarikle sika ravîlerin rivâyetiyle geliyorsa, o zaman da bunu mûsikînin her türüne ve müzik âletlerinin tamamına teşmil etmek gerekir.İbn hazm’ın risalesine almadığı sahih hadislerde zurna,ney,davul,zil,çan gibi bazı çalgı aletlerinin ismen haram kılındığı şüphe götürmeyecek bir gerçektir.Mûsikî konusunda görüş bildiren Ebu Hamid Gazâlî gibi tasavvufçulardan diğer bir çoklarının eserlerinde beyân “mûsikînin ve müzik âletlerinin hükmü birlikte oldukları şeye ve niyete bağlıdır”.demeleri bu gerçeği değiştirmez.Kaldı ki hiç kimse bir diğerinin içindeki gerçek niyetini bilemez.Açık emirlerin olduğu bir yerde “Ama benim niyetim başkaydı” demek sonuca etki etmez. İbn Hazm’ın yaşadığı yüzyılda Endülüs kültür ve sanatın merkezi durumundaydı. Böyle bir memlekette, sarayda mûsikî ortamında rakkaselerin göz önünde olduğu bir ortamda yetişen bir şahsiyetin, mûsikîye karşı olması pek kolay değildir.Zaten bütün problemde kanımızca buradan kaynaklanmaktadır. Şu var ki, İbn Hazm gibi takvâ ve ilim sahibi bir kişinin, hevâsı istikametinde fetvâlar vereceği düşünmüyoruz. Mûsikî lehinde ve aleyhinde rivâyet edilen hadisler karşısında, İbn Hazm’ın mûsikîye olumlu bakması hususundaki önemli etkenler arasında, onun bilimsel olarak hak ve hakikattan yana oluşu kadar, yetiştiği ortamın ve bölgenin de rolü vardır. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Hazm’ın çağdaşı olan ve onunla aynı memlekette yaşamış olan âlimlerin çoğu onun gibi düşünmemişler ve bu yüzden ona karşı cephe oluşturmuşlardır. Bu sebeple, İbn Hazm’ın mûsikî lehinde tavır takınmasında sadece yörenin ve yetişme tarzının etkili olduğunu söylemek doğru değildir. Çoğunlukla âlimlerin mûsikîyi fesat unsuru olarak görmelerine rağmen, İbn Hazm mûsikîyi insan tabiatı ve huzuru için önemli ve faydalı bir unsur olarak görmektedir. Dolayısıyla muhalif olan alimler kendileri için hüccet olacak hadisleri savunurken, İbn Hazm’ın da onların delil kabul ettikleri hadislerin sahih olmadığını ortaya koymaya çalışması, kendi görüşünün doğruluğunu ispat için gayret etmesi doğaldır. Çünkü o zahirilik gibi unutulmaya yüz tutmuş bir mezhebi tekrar insanların dimağlarına yerleştirmeye çalışan bir müctehiddir.Biz bu konuda bu değerli alimin bu hususta isabet edemediğini ve kendisine bu hükmünde “BİR” ecir olduğunu düşünüyoruz.En doğrusunu Allah bilir.04-04-2013 EBU DAVED

27 Mart 2013 Çarşamba

KASTEN İNSAN ÖLDÜRMENIN DİNDEKİ HÜKMÜ

KASTEN İNSAN ÖLDÜRMENIN DİNDEKİ HÜKMÜ Prof. Dr. Talat KOÇYİGİT 1 .İnsanlık Dünyasında İlk Katil Olayı Adem'den bu yana, insanlık dünyasını kana bulayan ve birçok insanı dünya yüzünden silinmesine, birçok ailenin de yıkılıp gitmesine sebcp olan felaketlerin en büyüğü ve en acımasızı, hiç şüphesiz, bir insanın haksız yere öldürülmesi ve yaşama hakkının ortadan kaldırılması veya elindcn alınmasıdır. insan, sahip olduğu akıl, duygu ve düşünce gibi özellikleriyle diğer canlılardan çok farklı. yaratılmış ve kcndisİne bu özellikleri dolayısıyle yeryüzünün halifesi olma şeref ve yetkisi verilmiş üstün bir varlıktır. Buna rağmen o, zaman zaman bu yetkiyi başkalarına, zarar verecek şekilde yanlış vc kötü yollarda kullanmaktan çekinmemiş, bunun neticesi olarak da, sahip olduğu insanlık şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alınmış olmasından zerrece kaygı vc endişe duymamıştır. İlahi hikmetin bir tezahürü olarak tecelli edcn bu insani vahşet, insan henüz yaratılmazdan önce, Allahu Ta'aIa'nın "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözüne karşı, "orayı ifsad edeeek ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?" (Bakara suresi, 30) diyen melekleri doğrularcasına arkası kesilmeksizin devam ctmiş ve yeryüzünü kaplayan kara toprak; belki yağmurdan çok, kanla bulanıp kızıla boyanmıştır. Kur'an-ı Kerim, Maide suresinin 27 nci ve müteakip ayetlerinde, ilk öldürme olayının Adem 'in iki oğlu arasında cereyan ettiğini haber verir. Bu ayetlerde" Hazreti Peygambere yöneltilen bir hitap ile şöyle denilmiştir: "(Ey Muhammed! Kitap ehline) Adem'in iki oğlu ile ilgili gerçek haberi oku : Hani her ikisi de bir kurban takdim etmişlerdi de, (bu kurban), birinden kabul edl!miş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş diğerine) şöyle demişti: Seni mutlaka öldüreceğim; Diğeri ise: Allah, yalnız (kendisinden) korkanlardan kabul eder". "Beni öldürmek için bana elini - uzatsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Çünkü ben, alemlerin Rabbı Allah'tan korkarım". "Ben dilerim ki, (seni öldürmüş olsam, bana yüklenecek olan) günahımı ve (beni öldürdüğün zaman kendi) günahını yüklenmiş olarak gidesin ve cehennem ehlinden olasın. Zalimlerin cezası budur, demişti". "Diğer kardeş ise, nefsi, kardeşini 'Öldürmek hususunda ona boyun eğdirmiş ve onu öldürmüş, böylece hüsrana uğrayanlardan olmuştu". Maide suresinden naklettiğimiz bu ayet-i kerimeler, insan oğulları arasındaki ük kan dökme olayının, kıskançlığın, sebep olduğu aşırı derecedeki kin ve düşmanlıktan kaynaklandığını gösterir. Adem'in iki oğlu, Allah'a birer kurban takdim etmişlerdir. Ne var ki Allah, bu iki kurbandan birini kabul etmiş, diğerini kabul etmemiştir. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kurbanı kabul edilen kardeşe büyük bir kıskançlık ateşi içinde yaklaşmış ve onu öldürmüştür. Kur'an-ı Kerim, Adem'in bu iki oğlunun kimler olduğunu açıklamamış, isimlerini vermemiştir. Aslında bu, Kur'an-ı Kerim'in bilinen metodlarından biridir. Zira o, okuyanların ibret almalarını ve doğru yolu bulmalarını sağlamak için, geçmiş peygamberlerle ve ümmetleriyle ilgili birçok kıssa nakletmiş, fakat bu kıssaların kahramanlarını veya kıssada sözü edilen kimselerin isimlerini ve yerlerini açıklamamış, buna gerek görmemiştir.' Çünkü kıssalardan ibret alınması için şahısların bilinmesine gerek olmadığı gibi, şahısların zikredilmesi halinde, kıssalardan beklenen tesirin azaldığı 've hatta tamamen ortadan kalktığı da inkar edilemez. Keza zikredilen şahıslarla ilgili olarak aslı esası olmayan birçok hikayenin de uydurulup halk arasında yayıldığı bir gerçektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim, isim zikretmeksizin Adem'ın iki oğlu ile ilgili bu kıssayı hak olarak tavsif edip ehl-i kitaba okunmasını emrettiği halde, Tevrat'ta zikredilen iki isim, bu isimler etrafında birbirini tutmayan birçok hikayenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Tefsir kitapları, israiliyattan alındığına şüphe bulunmayan bu hikayelerle doludur. Bu hikayelerden birkaçına işaret etmeden önce, kıssanın Tevrat'ta yer alan metnini görmekte fayda vardır. Tekvin sifrinde (4/ 1-8) şöyle denilmiştir: "Ve Adem karısı Havva'yı bildi; ve gebe kalıp Kain'i doğurdu; ve Rabbın yardımıyle bir adam kazandım dedi. Ve yine kardeşi Habil'i doğurdu. Ve Habil koyun çobanı oldu. Fakat Kain çiftçi oldu. Ve Kain, günler geçtikten sonra, toprağın semeresinden Rabbe takdime (kurban) getirdi. Ve Habil, kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habil'e ve onun takdimesine baktı; fakat Kain'e ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kain çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rab Kain'e dedi: Niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol. Ve Kain, kardeşi Habil'e söyledi. Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman, Kain, kardeşi Habil'e karşı kalktı, ve onu öldürdü". Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim, Adem'in iki oğlu ile ilgili bu kıssada isim zikretmemekle beraber, müfessirler, Tevrat'a istinaden, bu iki oğulun Habil ile Kabil olduklarını ittifaka yakın bir görüşle zikretmişler ve bununla ilgili çeşitli kıssalar nakletmişlerdir. Ancak bu kıssaların asıl kaynağının israiliyat olduğu ve kesin bir delilc dayanmadığı anlaşılmaktadır. Hikaye edildiğine göre, Adcm 'in her batında biri erkek, diğeri kız iki çocuğu dünyaya gelirdi. Bu dönemde insan nesIinin sayıca az olması dolayısıyle, nesIin çoğalması için kardeşlerin birbirleriyle evlenmekten başka çareleri yoktu. Ancak Adem, aynı batından dünyaya gelmiş kız ve erkeğin evlenmelerini yasaklamış, ayrı batınlardan dünyaya gelen çocukların evlenmelerini emretmişti. İki kardeş olan Habil ile Kabil'in de ayrı ayrı kendi batınlarından dünyaya gelmiş kız kardeşleri vardı ve karşılıklı biribirlerinin batınlarından olan kıZlarla evlenmeleri gerekiyordu. Yani Habil, Kabil'in batınından, Kabil de Habil'in batnından olan kızla evlenecekti. Ne var ki Habil'in kız kardeşi çirkindi ve Kabil onunla değil, kendi batınından güzel olan kız kardeşiyle evlenmek istiyordu. Adem, bu anlaşmazlığa bir çare bulmak maksadıyla iki kardeşin Allah'a birer kurban takdim etmelerini emretti. Kimin kurbanı kabul edilirse, o, Kabil'in güzel olan kız kardeşiyle evlenecekti. Neticede Kurbanlar takdim edildi. Habil'in kurbanı kabul olundu. Kabil'in kurbanı ise, kabul olunmadı. İşte bundan sonradır ki, kıskançlık ateşiyle yüreği yanıp tutuşan Kabil,kardeşi Habil'i öldürmeyi planladı ve ona, ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi "seni mutlaka öldüreceğim" dedi ve öldürdü. Tefsirlerde yer alan diğer haberlere göre, iki oğuldan biri çoban, diğeri çiftçi idi. Aralarında kurban takdimi kararlaştırıldığı zaman, çoban olan kardeş, sahip olduğu hayvanların en semiz ve en güzelini, çiftçi olan kardeş ise, hasat ettiği malın en kötüsünü takdim etmişti. Rivayete göre Allah'a takdim olunan kurbanların Allah tarafından kabul edilmesi halinde, gökten bir ateş iner ve o kurbanı yakardı. Kabul edilmeyen kurban ise, ateş ona dokunmazdı. İki kardeş de, kurbanlarını takdim ettikleri zaman, gökten inen ateş, kurban edilen hayvanı yakmış, fakat diğerine dokunmamıştı. Bu da, kurbanlardan birinin kabul edildiğini, diğerinin kabul edilmediğini gösteriyordu. Bu ise, kurbanı kabul edilmeyen kardeşin kalbinde, diğerine karşı, aşırı derecede kıskançlık duygularının belirmesine sebep olmuş, sonra da onu öldürmüştü. 2. Her Kaatilin Günahından Adem'in İlk Oğluna da Bir Hisse Vardır Kur'an ayetlerinden anlaşıldığına göre, kurbanı kabul edilen ve bu yüzden de kardeşinin haset damarlarını kabartarak kin ve düşmanlığını kendi üzerine çeken diğer kardeş kendisini öldürmek isteyen kardeşine "Sen, beni öldürmek için elini kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi kaldırmam; çünkü ben Allah'tan korkarım." diyerek haksız yere adam öldürmenin büyük vebaline işaret ettikten ve kardeşine en güzel bir takva örneği göstererek onu bu büyük vebalden kurtarmak için vaaz ve nasihatta bulunduktan sonra, kardeşinin yine de bu işten vazgeçmemesive bir fırsatını bulup kendisini 'öldürmesi halinde, 'Allah'- tan korkmaz zalim bir insan olarak yükleneceği büyük vebali ona hatırlatmış ve şöyle demiştir: "Ben dilerim ki, seni öldürmüş olsam, bana yüklenecek olan) günahımı ve (beni öldürdüğün zaman yükleneceğin kendi) günahını yüklenmiş olarak gidesin ve cehennenı ehlinden olasın. Zalimlerin cezası budur", Kurbanı kabul edilen ve diğeri tarafından öldiirülmek istenen kardeşin bu 'sözleri, mazlumun ahırete intikal etmiş zalim üzerindeki hakkının, hesap günü zalimden alınıp mazluma verileeeğine dclalet eder. Zira mazlumun zalim üzerindeki hakkı kul hakkıdır ve kul, bu hakkı bağışlamadıkça Allah onu bağışlamaz. Baş tarafta zikrettiğimiz ayet mealinde de görüldüğü gibi, Adem'in iki oğlundan birinin Allah'a takdim ettiği kurbanın kabul edilmemesinin yol açtığı aşırı derecedeki kıskançlık sebebiyle kurbanı kabul edilen kardeşini öldürmek istemesi, kardeşinin ise, onu bundan vazgeçirmek için Allah korkusuyla onu uyarmasına rağmen, onu yine de öldürmesi, kaatil üzerinde maktule ait bir hakkın doğmasına sebep olmuştur ki, bu hakkın, Hesap Günü ondan mutlaka alınması' gerekir. Bu hakkın alınması ise, mazlumun günahlarının zalime yüklenmesiyle gerçekleşir. Hatta Adem'in bu zalim oğluna yüklenecek başka günahların da bulunduğunu Hazreıi Peygamberin bir hadisinden öğreniyoruz. Buhari (Sahih, IV. 104) ve Muslim (Sahih, III. 1304)'in, ayrıca Ebu Davud dışındaki diğer Sunen sahiplerinin naklettikleri bu hadise göre, Adem'in ilk oğlu, haksız yere insan öldürmeyi yeryüzünde ilk defa başlatmış olması dolayısıyle, kendisinden sonra, kıyamete kadar insan öldüren ve öldürecek olan her kaatilin günahından bir hisse de onun üzerine yazılır. Hazreti Peygamber bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mazlum olarak öldürülen hiçbir nefis yoktur ki, onun kanını dökenin günahından Adem'in ilk oğluna da bir hisse ayrılmamış olsun. Çünkü öldürmeyi ilk başlatıp adet olmasına yol açan odur". Bu hadis, Hazreti Peygamberin, Muslim (Sahih, VI, 2059), Ahmed İbn Hanbel (Musned, IV. 357, 359, 360, 361) ve diğer Sunen sahiplerinin naklettikleri "İslam'da kim ilk defa güzel bir adet ortaya korsa, onun sevabı ve onunla amel edenlerin sevabı, onların sevabından hiçbir şey eksilmeksizin o kimsenin üzerine olur. Her kim de, ilk olarak kötü bir adet ortaya korsa, onun günahı ve daha sonra onunla amel edenlerin günahı, onların günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin o kimsenin üzerine olur." hadisiyle aynı manaya sahiptir. İşte, açıklamaya çalıştığımız bu man.a içerisinde, kardeşi tarafından öldürülmek istenen diğer kardeş, onun kendisini öldürmesi halinde, hem irtikab etmiş olacağı ağır suçun günahını, hem de 'kendisini öldürme fiiline tahrik ve teşvik etmiş olması dolayısıyle, onu öldürmesi halinde gireceği kendi büyük günahını yüklenmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkmasını ve yüklendiği bu günahlarla cehennem ehlinden olmasını dilemiştir. Zira zalim olanların akıbeti budur. 3. Adem'in İki Oğlu Kıssası ve Yahudiler Adem'in iki oğlu hakkındaki gerçek haberin ehl-i kitaba ve özellikle yahudilere okunup hatırlatılmasıyla ilgili baş tarafta zikrettiğimiz Hazreti Peygambere yöneltilen ilahi emrin gayesi, aynı kıskançlık duyguları içinde İslam'a ve Hazreti Peygambere kötülük etme peşinde koşan yahudilerin ibret almalarını ve kötülükten el çekmelerini sağlamaktı. Zira onların,. Hazreti Peygambere ve Kur'an-ı Kerim'e iman ederek kendi dinlerinin de esasını teşkil eden İslam'a yönelmeye ve böylece Allah'a olan sözlerinde durmaya davet olunmalarına rağmen, içlerini dolduıan haset yüzünden bu davete icabet etmemeleri ve hatta hasetin sebep olduğu kin ve düşmanIıkla Hazreti Peygamberi öldürmeye bile kalkışmaları, Allah'ın bu sevgili P~ygamberi için son derece büyük üzüntü kaynağı oluyordu. Bu sebepledir ki Allahu Ta'ala, hem Peygamberini teselli etmek, hem de yahudilerin zulüm, kıskançlık ve küfür yönünden tıynetlerini açıkça ortaya koymak için, daha önceki ayetlerinde, kendilerini Mısır'daki esaret hayatından kurtaran ve onlara hak yolu gösteren kendi peygamberleri Musa'ya bile onların nasıl karşı gelerek çirkin karakterlerini gösterdiklerini bildirmiş, sonra da Adem 'in iki oğluna ait bir kıssayı, daha doğrusu, haset ve kıskançlığın sebep olduğu acı akıbeti, ibret almaları için onların gözleri önüne sermiştir. Hatta daha sonraki bir ayetinde, onlara şunu da hatırlatmıştır ki, sadece Musa'ya karşı koymaları değil, fakat kendilerine gönderilen diğer peygamberlerin bir kısmını inkar etmeleri, bir kısmını da öldürmeleri ve yeryüzünde fesad çıkarmaları sebebiyle üzerlerine en ağır ceza yazılmıştır. Maide suresinin 32 nci ayetinde şöyle denilmiştir: "Bu yüzdendir ki, lsrail oğullarına, sebepsiz yere adam öldürmenin, yahut yeryüzünde fesad çıkarmanın karşılığı olmaksızın, kim bir kimseyi öldürürse, onun, ;,nsanları topluca öldürmüş olacağı, kim de bir kimseye hayat hakkı tanırsa onun, insanlara topluca hayat vermiş olacağı (h ükmünü) yazmıştık. Peygamberlerimiz, 0nlara(bu hususta) apaçık deliller' de getimıişlerdir. Buna rağmen onların çoğu, bundan sonra da, yeryüzünde (kötülük çıkarmak hususunda) ,müsriflik ettiİer". 4. Haksız Yere Adam Öldürmenin Dünyevi Cezası: Kısas Bir insan, ancak haklı bir sebebe istinaden öldürülebilir ve onun öldürülmesi de, hem onun işlemiş olduğu bir cürmün karşılığıdır; yani yaptığı işin cezasıdır; hem de aynı fiili işlemeye meyli veya ist eği olanlara ibret olması ve onu işlemekten caydirıp vazgeçirmesi içindir. Bunun dışında, karşılığı olmaksızın, veya belli bir sebebe istinad etmeksizin herhangi bir insanın öldürülmesi en büyük zulümdür; cinayettir. Bir insan hakkında ölüm hükmünün verilmesi, sonra da bu hükmün infaz edilerek o kimsenin öldürülmesi için var olması gereken haklı sebeplerin başında kısas gelir. Kısas, haksız yere öldürülmüş bir insana karşılık, onu öldüren kimsenin de aynı şekilde öldürülmesi ve kaatil ile maktul arasındaki eşitliğin sağlanmasıdır. Eğer kaatil öldürülmez ve adalet sağlanmazsa, hem maktule zulmedilmiş olur, hem de zalim, zulmünün karşılığını görmemiş olur. Bu sebepledir ki Allahu Ta'ala, bir taraftan haksız ve karşılıksız adam öldürmeyi haram kılıp bütün İnsanları bundan menederken, bir taraftan da, haksız adam öldürenin kısas ile öldürülmesini ceza olmak üzere emretmiştir. Nitekim Bakara sure- , sinin ı78 inci ayetinde "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı): Hürre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın ... " buyurulmuş, bunu takip eden ayette ise, kısasın lüzumu belirtilerek "kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri. Ta ki sakınasınız." denilmiştir. Gerek peygamberlerini haksız yere öldürmeleri ve gerekse yeryüzünde fesad çıkarmaları yüzünden haklarında ilk defa kısas hükmünün yazıldığı, başka bir ifadeyle, kendilerine kısasın farz kılındığı kavmin yahudiler olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Allahu Ta'ala, Maide suresinin 45 inci ayetinde bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Biz, Tevrat'ta, onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (olmak üzere kısası) farz kılmıştık. Keza (mümkün olduğu takdirde) yara/ara karşı da kısas vardır". Bu ayet-i kerimede, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak ve dişe diş olmak üzere yahudilere farz kılındığı bildirilen kısas, şüphesiz, dünyaya taalluk eden cezalardır ve bu fiillerden herhangi birini haksız yere işleyen kimsenin, işlediği fiiIin misliyle eezalandırılmasından ibarettir. Buna rağmen daha önce zikrettiğimiz Maide suresinin 32 nci ayeti, bir kaatilin kısas ile cezalandırılması halinde bile işlediği cürmün vebalinden kurtulamayacağını göstermektedir. Bu ayette, haksız yere adam öldürmenin ve yeryüzünde fesad çıkarmanın büyük vebali açıklanmış ve bu vebalin, haksız yere adam öldüren kimse için, bütün insanları öldürmekle eşdeğerde olduğu, bildirilmiştir. Bu hükmün nazari olan ve sözde kalan bir hüküm olmadığı da, ketebna ala Beni israil (İsrail oğullarına yazdık; farz kıldık) denilerek açık ve kesin bir şekilde ifade edilmesİnden anlaşılır. Buna göre kim sebepsiz yere bir insanı öldürürse, yani haksız yere adam öldürmenin, yahut yeryüzünde fesad çıkarmanın karşılığı olmaksızın bir insanın canına kıyan ve onun yaşama hakkını ortadan kaldırırsa, bu suç, Allah katında, bütün insanları öldürerek işlediği suç gibidir ve onun ayarındadır. Zira haksız yere öldürülen bir kişi ile, o kişinin temsil ettiği diğer bütün insanlar arasında hiçbir fark yoktur. Bir kişiyi öldürürken hak gözetmeyen kimsenin, diğer insanları öldürürken hakkı gözetmesi, elbette olacak şey değildir. Bunun en açık delili de, ayet-i kerimede gelen müteakip ibarelerdir. Bu ibarelerde, öldürme fiiliiin tamamiyle zıddı olan bir fiil zikredilmiş ve bir İnsana hayat kazandıran kimsenin, bütün insanlara hayat kazandırmış gibi olacağı beyan edilmiştir. Zira bir insana hayat kazandırırken, o kimsenin sahip olduğu duygu, diğer insanlar karşısında da aynıdır ve bu duyguyu İnsan sevgisi olarak değerlendirmekte elbette hiçbir mahzur yoktur. Binaanaleyh ayet-i kerim e bu yönden ele alınacak olursa, onda, insanlar arasındaki birlik ve beraberliğin korunması için ferdIeri gerekli olan fiil ve davranışlara yöneIten bir irşadın varlığını görmemek asla mümkün değildir. Zira cüz'i de olsa, 'bir kimsenin hakkını gözetmenin, bütün insanların hakkını gözetmek, yahut bunun aksine, cüz'i de olsa, bir kimseye zarar vermenin, bütün insanlara zarar vermek manaslIia geldiği 'gözönünde bulundurulursa, ayet-i kerimedeki bu irşadın büyüklüğü kolayca anlaşılır. Kur'an-ı Kerim, işte bu çeşit ayetleri ve bu ayetlerdeki çeşitli irşadlarıyle her yönden mükemmel fertler ve dolayısıyle üstün cemiyetler yetiştirmeyi gaye edinmiş eşsiz bir kitaptır. Bunu hiç kimse inkar edemez. İsrail oğullarına gönderilen bütün peygamberler, Allah'm üzerlerine faz kıldığı bu gibi konularda onları uyarmak ve doğru yola irşad etmek için apaçık deliller de getirmiş oldukları halde, onların çoğu bunlardan ibret almamış, aksine, aralarında peygamberler de dahil olmak üzere gerek adam öldürmek, gerekse yeryüzünde fesat çıkarmak hususunda aşırı gitmekten çekinmemişlerdir. Bu yüzdendir ki onlar, dünya ve ahirette Allah'ın lanetine uğramışlar ve bu lanetin tabii bir neticesi olarak da dünyada zelil ve makhur, ahırette de ebedi cehennem azabına mahkum. olmaya hak kazanmışlardır. 5. Haksız Yere Adam Öldürmenİn Uhrevi Cezası: Ebedi Cehennem Azabı Haksız yere adam öldürmenin cezası olarak gerek yahudilere farz kılınan kısas ve gerekse Kur'an-ı Kerim'de yer alan kısas ile ilgili hükümler, şüphesiz, bu cürmü işleyen kimselerin dünyada hak ettikleri eezalara müteallıktır ve bu cezaların infazı halinde, kaatil ile maktul arasındaki dünyevi adalet sağlanmış olur. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, işlenen bu suçun ahırete taalluk eden bir yönü daha vardır ve bu da, öldürme fiilinin büyüklüğünü belirterek onu kullarına haram kılan Allah ile kulları arasındaki hak ve vecibelerle ilgilidir. Buna göre, haksız yere cana kıyan birisi, ceza olmak üzere kısas ile öldürüldüğünde, bu ceza, canına kıydığı insana karşı işlediği suçun karşılığı olsa bile, ahırete giderken, adam öldürmekten dolayı yüklendiği günahın keffareti olamaz. Başka bir ifadeyle, işlediği suça karşılık onun da öldürülmüş olması, ahırette günahının ",affedilmesine kafi gelmez. Daha önce zikrettiğimiz Maide suresinin "Bu yüzdendir ki İsrail oğul/anna, sebepsiz yere adam öldürmenin, yahut yeryüzünde fesat çıkarmanın karşılığı olmaksızın, kim bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı. " (hükmünü) yazmıştık." mealindeki 32 nci ayeti buna açık bir şekilde delalet eder. Zira bütün İnsanları topluca öldüren bir kimseden bedel olarak alınan tek bir canın, yapılan işi adaletli bir şekilde karşılaması elbette mümkün değildir. işte bu sebepledir ki Allahu Ta'ala, Nisa suresinin 92 nci ayetinde, bir mü'minin bir mü'mini hata dışı öldürmesinin hiç olmaması gereken bir iş, yahutta aklın olmasını hiçbir surette tecviz etmiyeccği çok büyük bir cürüm olduğuna delalet edecek bir ifade veya mlüb;le "bir mü'minin bir mü'mini hata dışı öldürmesi asla olmaz." buyurmuştur. Bu ifadeden anlaşılan odur ki, mü' min sıfatlarına sahip olan bir kimse, sebep ne olursa olsun, başka bir mü'mini hata dışı ve kasıtlı olarak öldüremez. Çünkü o kimsenin sahip olduğu iman ile, işlcmiiş olduğu büyük cürmün onda birleşmesi ve mü'min olduğu halde katil cürmünü işlemesi hiçbir surette mümkün değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse, hir mü'mini haksız yere öldüren kimse, ancak kafirdir. Nitekim Aııahu Ta'ala, biraz önce işaret ettiğimiz "bir mü'minin bir mü'mini hata dışı öldüremeyeceğini" beyan buyurduğu ayetinde, hata ile vuku bulan öldürme olaylarında, ölüme sebebiyet veren kişinin ödemekle yükümlü olduğu köle azadı ve diyet gibi cezaları ,açıkladıktan ve bu gibileri için kendilerini günahtan arndıraeak' tövbe kapısını da açık bıraktıktan sonra, bunu takip eden ayetinde, bir mü'mini kasıtlı olarak ve haksız yere öldüren ve onun en tabii hakkı olan yaşama hakkını ortadan kaldıran kimse hakkındaki hükmünü açık ve kesin bir ifadeyle bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Her kim, bir mü'mini kasten öldürürse, cezası, içinde daimi kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazab (etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır". Tövbe kapısı da kapatılmış olduğu halde, Allah'ın gazabına ve lanetine uğramış olarak ebediyyen cehennemde kalmak ve kendileri için hazırlanmış olan hüyük azabı görmek, hiç şüphesiz kafirlere has bir cezadır. Bununla beraber zikrettiğimiz bu ayet-i kerime, aynı akıbetin, haksız yere bir insanın canına kıyarak onun yaşama hakkını ortadan kaldıran, yani bu hakkı onun elinden alan kaatil için de hazırlandığını gösterir ki, bu da, kaatil ile kafir arasında hiçbir farkın bulunmadığına delalet' eder. Nitekim Hazreti Peygamber de, Ahmed İbn Hanbel (Musned, IV. 99) ve Nesa'i (Sunen, VII. 81) tarafından nakledilen bir' hadisinde "mümkündür ki Allah, bütün günahları bağışlar; yalnız kafir olarak ölen adamla bir mü'mini kasten öldüren admmn günahları müstesna  Nesei-3919..Müsned-16302 hadisin Ravisi Muaviye ibn Ebu Sufyan’dır)) (onları asla bağış/amaz)" buyurarak kaatil ile kafir arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın her ikisini de cehennemde ebediyyen kalacak günahkarlar arasında göstermiştir. Başta İbn Abbas olmak üzere seleften bir gurup, gerek Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayedere ve gerekse Hazreti Peygamberden rivayet edilen sahih hadislere dayanarak, bir mü'mini haksız yere öldüren kimsenin tövbesinin hiçbir surette kabul edilmeyeeeği görüşünü benimsemişlerdir. Bunlara göre bir müşrik veya bir kafir, şirkinden ve küfründen tövbe ederse, onun tövbesi kabul' edilir. Çünkü müşrik veya kafir, küfür haIirde iken işlediği bütün günahları haram kılan bu şeriata inanmıyordu. Bu sebeple, işlediği bu fiillerde bir bakıma mazur sayılabilirdi. Fakat Peygambere ve Peygamberin tebliğ ettiği Din'e inanmaya başlayınca, üzerinde bulunduğu yolun küfür ve dalalet olduğunu anla mış ve tövbe ederek bu yoldan ayrılıp hak yola gümiştir. Artık bunlardan sonraki bütün amelleri, girdiği bu' yolun gereklerine ve Allah'ın rızasına uygun salih ameller olmak zorundadır. Ve böyle olduğu zaman da, o mü'minin iman etmezden önceki bütün kötü amelleri bağışlanır ve hiç günah işlememiş bir kimse gibi olur. Allah'a, Peygamberine ve Kitabına inanan, haramın, helalin, emir ve nehyin ne olduğunu ve dolayısıyla bir mü'min öldürmenin hurmetini bilen, yahut bilmesi gereken bir kimsenİn durumu, yukarıdakinden farklıdır. Eğer böyle b'r kimse, Allahu Ta'ala'nın, bir insan öldüren kimsenin bütün İnsanları öldürmüş gibi olacağı hususundaki açık ve kesin hükmüne, keza yine böyle bir kimsenin ebediyyen cehennemde kalacağına dair apaçık beyanına rağmen ve bütün bunları bile bile, yine de kasten bir adam öldürürse, artık onun için bir mazeret bulmak mümkün değildir. İşte bu sebepledir ki, onun işlemiş olduğu bu büyük ve ağır cürümden tövbe etmesi Allah indinde makbul sayılmaz; ayet-i kerimeye göre cezası ebedi cehennemdir. Bazıları ise, kasten adam öldüren kimsenin, yine de mü 'min olduğunu Göz önünde bulundurarak, cehennemde ebedilik manasına gelen hulud kelimesini, uzun süre cehennemde kaldıktan sonra oradan çıkış manasında te'vil etmişlerdir. Bu manaya göre, hulud denilen sürenin bir sonu vardır ve bu süre sona erince, kaatil mü'min, tövbesinin Allah tarafından kabul edilmesi halinde cehennemden çıkacaktır. Ancak 'ibareleri açık ve kesin olan ayet-i kerimenin bu manada te'vilinin, başka ayetlerde başka te'villere de yol açacağını unutmamak gerekir. Nitekim kafirlerin cehennemde kalış süreleri de .ebediliğe ddalet (',tmek üzere hulud kelimesiyle ifade edilmiş ve hiçbir zaman sonu gelecek bir süre manasında anlaşılmamıştır. Aksi halde böyle bir te'vll ile kafirlerin de 'bir gün cehennemden çıkacakları ileri sürülürdü ki, hiçbir İslam aliminden böyle bir görüş ortaya, atılmamıştır. Kur'an-ı kerimin pek çok yerinde sık sık tekrar edilen ve kafirlerin ilelebed cehennemde kalacaklarınaddalet eden bu lkelimeyi, yalnız Nisa suresinin kaatillerle ilgili 93 üncü ayetindeki manasından saptırarak tevil etmek ve ona farklı bir mana vermek, keyfi bir davranış olur; Kur'an'ın ve sahih sünnetin delaletine de aykırı düşer. Daha önce de zikrettiğimiz bir hadis, ayet-i kerimenİn gerçek manasını açık bir şekilde teyid eder. Hazreti Peygamber bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mümkündürki Allah, biitün günahları bağışlar; yalnız kafir olarak ölen adamla bir mü'mini kasten öldüren adamın günahı müstesna; (onları asla bağışlamaz)" . Günahların hiç bağışlanmaması, şüphesiz, günah sahiplerinin ilelebed günahlarının cezasını çekeceklerine delalet eder; bu ise, ebediyyen cehennemde kalmayı gerektirir. Buharı (Sahih, V. 182) tarafından nakledilen bir haber de, ayet-i kerimenin bu manasını teyid eder. İbn Abbas'tan gelen bu habere göre, "kim bir mü'mini kasten öldürürse,cezası ilelebed cehennemdir." mealindeki bu ayet, (kaatiller hakkında) nazil olan en son ayettir ve başka hiçbir ayet onu nesh etmemiştir. Bazı kimselerin, "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları ise, dilediği kimse iç;n bağışlar." mealinde gelen Nisa suresinin 18 ve 116 ncı ayetlerine ve Hazreti Peygamberden nakledilen "kalbinde zerre miktarı iman olan herkesin; cezasını çektikten sonra, cehennemden çıkartılacakları" manasında naklediIen hadislere dayanarak, kasten adam öldüren kimselerin de, Allah dilediği takdirde bağışlanacaklarını ve cehennemden çıkartılacaklarını ileri sürdükleri görülmektedir. Ne var ki, müfessirlerin de belirttikleri gibi, Nisa suresinin şirk dışındaki günahların bağışlanmasıyle ilgili 48 inci ayeti, kaatiI hakkında hüküm getiren 93 üncü ayetinden altı ay kadar önce nazil olmuştu" ve bilinen bir gerçektir ki, ilk nazil olan ayet, sonradan nazil olan ayeti değil, fakat sonradan naziI olan ayet ilk nazil olan ayeti beyan veya tahsis eder. Buna göre, kaatilin hükmünü beyan eden ayet, müşrikler hakkında nazil olan ayeti tahsis etmiş ve ona şu manayı kazandırmıştır: Allah, şirk dışındaki günahları dilediği k'mse için bağışlar. Fakat O'nun, şirkle birlikte bağışlamayacağı bir günah daha vardır; o da, kasten adam öldürmektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'ala, şirk, küfür ve kasten adam öldürmek gibi cezası daimi cehennem olan büyük günahları hiçbir surette bağışlamayacağını, bu günahların ne olduğunu açık bir şekilde belirterek açıklamıştır. Binaaneleyh 'bu görüşlerin iptali söz konusu olduğu zaman da, "Allah, dilerse bütün günahları bağışlar." şeklinde genel anlamda gelen bir ifadeye değil, fakat "Allah dilerse kasten adam öldüren kimseyi de bağışlar." şeklinde gelecek açık ve kesin bir nassa ihtiyaç vardır. Oysa ne Kur'an-ı Kerim'de ve ne de Hazreti Peygamberden nakledilen sahih hadisler arasında böyle bir nass mevcut değildir. Dolayısıyla kasten adam öldürmek ve ,onun en tabii hakkı olan yaşama hakkını ortadan kaldırmak günahı hiç bağışlanmayacak fiillerdendir. Muhrerem hocamıza Allahtan rahmet ve cennet niyaz ederi.